Kamuoyu her gün dolar kurunun her eriştiği rekor seviyeyi dillendiriyor; “7.50 rekor”, “7.60 rekor”, “7.70 rekor”…Türk Lirası gün ve gün erirken, önceki gün Merkez Bankası faiz artırabilecek mi sorusu ön plandaydı.
Banka faizi 2 puan arttırarak yüzde 10.25’e çekti. Oysa yapılan şuydu; hali hazırda, likidite kanallarında ağustos başından itibaren yaptığı sıkılaşma ile piyasaya verdiği likiditenin ortalama faizini yüzde 10.6’ya yükseltmişti. De facto olanı resmi hale getirdi. Bu adıma bile “doğru yola girdi” diye düşünenler olsa da önümüzdeki bir yıl için enflasyon beklentilerinin yüzde 10.2 olduğu hesaba katılırsa sıfır reel faize karşılık gelen bir yükseltilmiş faizle enflasyonun alt edilmesi mümkün görünmüyor. Hala enflasyonda yapılması gerekenlerin gerisinde.
Bu tasarrufçuyu TL’ye kaydırır mı? Hayır. Hem reel faiz yok hem de artık tasarrufçudaki güven kaybını faizle tedavi etmek mümkün değil.
Resmi faiz artışından çok önce, yani sıkılaştırma başladığında Beştepe’den “onayın alındığına” hiç şüphe yok.
Merkez Bankası’nın, kamu bankalarının milyarlarca nakit döviz varlıklarını kendinden menkul bir ekonomi politikasını yürütebilmek ve döviz kurunu tutmak için heba eden ekonomi yönetiminin, çökmüş kur politikasıyla Merkez Bankası’nın parasal sıkıştırmasına sığınması ne acı?
Sosyal medya akışlarında bile, “enflasyonun sebebinin faiz olmadığını anlamamız 100 milyar dolarlık döviz rezervine mal oldu” şakaları da o derece acı.
Türkiye bu kadar pahalıya mal olan bir ekonomi dersi için zengin bir ülke değildi.
Temmuz sonuna kadar dolar kurunu 6.85 TL seviyesinde tutmak için ülkenin döviz rezervlerini eriten Ankara, yabancı yatırımcıların çıkışına da örtülü bir ‘sabit kur garantisi’ sunmuş oldu. Yabancı yatırımcılar olsa olsa, dış şokları emici bir işlevi olan dalgalı kur rejiminin de facto askıya alınıp sabit kurdan döviz satılmasına müteşekkir olmalılar. Yerleşikler de öyle; zira döviz almaya geç kalan, altın fiyatlarının uluslararası piyasalarda ons fiyatının artmasını düşük döviz kuru sağlanmasıyla biraz telafi ederek kaçırmamış oldular.
Hiçbir ekonomi politikası çerçevesi olmayan bu tabloda, Türkiye yatırımcıların da gözünde itibar kaybetti.
Yatırımcılar kredi dereceleme kuruluşlarına bakarlar. Çoğu yatırım kriterleri nedeniyle zorunlu olarak kredi dereceleme notuna uygun varlıkları portföylerinde tutarlar.
İşin doğrusu, kredi dereceleme kuruluşları çoğunlukla zamanın gerisinde kalırlar; yükselişin de düşüşün de. Çoğu yatırımcı not kuruluşlarından çok önce gidişatı “satın almış” oluyorlar.
6 yıl önceki sinyal
Kredi dereceleme kuruluşu Moody’s, 2014’ün Nisan ayında Türkiye’nin kredi görünümünü negatife çekmişti. Bunun anlamı: Kuruluşun dereceleme yaptığı şirket ya da ülke hazinesinin, cari değerlendirmelerde işaret edilen zayıflıklarında orta vadede iyileşme olmaz ise notun indirileceğidir. Uyarı sinyaliydi bu.
Kredi görünümünün negatife çevrilmesini izleyen süreçte not indiriminin ne kadarlık bir sürede gelebildiği uygulamada az çok belli idi; 18 ile 24 ay arası bir süre idi.
26 Eylül 2016’da Türkiye’nin ‘yatırım sınıfı’ olan kredi dereceleme notu Moody’s tarafından düşürüldü. Yani o uyarıdan tam 30 ay sonra. O arada geçen sürede 2 seçim yapılmış, olasılıkla kuruluş, değerlendirmesindeki zayıflıklara iyileşme sağlayacak reform adımlarını beklemiş olmalıydı. Öyle bir adım gelmediği gibi, kanlı bir darbe girişimi de atlattı ülke.
İşte o not indirimi geldiğinde, Ankara’da iktidarı ekonomi bakanlarından daha fazla temsil eden dönemin Enerji ve Tabii kaynaklar Bakanı Berat Albayrak, Moody’s’in not indirimi hakkında “vız gelir tırıs gider” diyordu. Albayrak, “Birileri not indirmiş, kaldırmış umurumuzda olmayacak. Ülke olarak büyümeye, dik duruşumuza devam edeceğiz. Bu oyunun farkındayız elhamdülillah. Maşallah ekonomimizi her geçen gün daha iyiye gidiyor. Algı operasyonunun farkındayız.”
Bugüne kadar da bu sürdü; birtakım güçler algı operasyonu yapıyor ama yönetimin sorumluları da seyrediyorlardı. Ama bu söylem devam etti.
Dönelim 2016’ya; Türkiye elinde bulunan iki ayrı kuruluştan aldığı “yatırım sınıfı” notun birini kaybetmişken, taktik olarak diğerini koruması beklenirken umursamaz bir tutum sergileniyordu.
Nitekim 27 Ocak 2017’de, diğer kredi dereceleme kuruluşu Fitch de kalan tek ‘yatırım sınıfı’ notu ‘spekülatif sınıfına’ düşürüyordu.
1994’e dönüş
Türkiye Mayıs 1992’de ilk kez aldığı “yatırım sınıfı” kredi derecesini Ocak 1994’te kaybetmişti. Kasım 2012’de ise uzun bir aradan sonra kredi notunu yeniden Fitch eliyle “yatırım sınıfına” çıkarmıştı.
Böylece Fitch 2012’de açtığı “yatırım sınıfı” notunun kapanışını da 2017’de yapıyordu.
90’lı yıllarda da 2010’lu yıllarda da çok zor kazanılan “yatırım sınıfı” kredi derecesi çok umursanmaz bir biçimde kaybediliyordu.
İç kamuoyuna komplo kuramları çerçevesinde “algı operasyonu”, “dış güçlerin bizi yıkmak istemesi” gibi düşmanlaştırıcı ambalajlarla açıklanan kredi dereceleme kararları, buna dayanacak analiz ve raporların bile yerinden yazımını güçleştiriyordu.
Öyle ki Fitch, 2018 Ocak ayında İstanbul ofisini kapatıyordu. O dönemde görüşüne başvurduğum bir kaynak; güçler ayrılığı ve hukukun üstünlüğünden uzaklaşan bir Türkiye fotoğrafının, İstanbul’dan “kredi notuna esas olacak analist raporu yazma” gibi “ifade özgürlüğü” gerektiren bir işi yapılamaz hale getirdiğini, 2012’de analist pozisyonlarının Moskova ve Londra’ya kaydırıldığına işaret ediyordu.
Kredi dereceleme kuruluşlarının yaptığı temel iş; yatırılabilir mali kaynağı olup bunu riskli varlıklara yatırmak isteyen yatırımcıların görüş alanına giren şirket, finansal araç ya da devlet hazinelerinin “borç geri ödeme kapasitelerinin” ne olduğuna dair derece ya da not vermektir. Yani onların “müşterisi”, parası olan kurumsal yatırımcılardır.
Bu bakımdan, kaynakları kıt olan ülke, şirket ya da kuruluşlar “yatırım sınıfı” not almaya bakıp, bu nota değer atfeden paralı kurumsal yatırımcılara cazip görünmek isterler.
“Dereceleme kuruluşlarını takmıyoruz” sözünün hiçbir anlamı yoktur; olsa olsa “fare dağa küsmüş, dağın haberi olmamış” sözüne yaklaşılır bununla.
Kredi dereceleme kuruluşlarını 2008-2009 küresel krizi öncesinde yaptıkları hatalar malum; verdikleri iyi kredi notlarına karşın kimi şirket, banka ya da finansal aracın battığına tanık olunmuştu. ABD’de, 2009 krizi sonrasında çıkarılan “Dodd-Frank Yasası” ile kredi dereceleme kuruluşlarına da mali sorumluluk yükleyen düzenlemeler hayata geçirildi. Türkiye’de de bu tarz düzenlemeler yapıldı.
Moody’s Türkiye’nin kredi notunu 2016’dan bu yana 3 kez daha düşürdü: Mart 2018, Ağustos 2018 ve Haziran 2019’da.
Son olarak da 11 Eylül 2020 günü Moody’s’den gelen açıklama, Türkiye’nin kredi notunun yeniden düşürüldüğü idi. Not B1’den B2’ye düşürülürken, görünüm de negatife çevrilmişti. Bu seviye “çok spekülatif” seviye olarak adlandırılıyor.
4 çarpı 4
Bakan Albayrak “Vız gelir tırıs gider” dedikten sonra 4 yılda gelen 4 not indiriminin son 3’ünde, ekonomiden sorumlu bakan idi.
Moody’s’in son indirimi kredi dereceleme ölçeğinde dibe yakın olduğumuzu söylüyor. Türkiye iki basamak daha düşerse notu “C” grubuna girecek. Ki bunun kategorisi “önemli risk” olarak adlandırılıyor. D ise “default”un D’si.
Moody’s’in not indirimleri, negatif görünüm değişiklikleri ciddiye alınsaydı bugün “dış güçlerin oyunu” diye halka anlatılan düşüşün içinde olmayabilirdi ülke.
Moody’s’in son not indiriminde en çarpıcı gerekçelerden biri “Türkiye’nin kredi profilindeki riskler yükselirken, ülkenin kurumlarının bu sorunları etkili biçimde çözme konusunda isteksiz veya yapamayacak durumda görünmesi” saptaması. Tam da ekonomiden sorumlu bakanın ilk not indirimi geldiğinde söylediği gibi; “vız gelir tırıs gider” bakışının diplomatik dille ifadesi bu.
Kurumsal çöküş başka nasıl ifade edilebilirdi bilmiyorum ama son 10 yılda adım adım gelen bu çöküşün sonucunda, Türkiye hem “yüksek gelirli ülkeler” grubuna giremeden hızla uzaklaştı, milli geliri 900 milyar dolarlı seviyelerden 700’lü seviyelere geriledi. Hem de ekonomik olarak büyük bir itibar kaybetti.
Halı altına attığı sorunlarına pandemide artan işsizler ordusu gibi onlarcası eklendi.
Tüm bu sorunlardan çıkış, kısa vadede sancılı olsa da orta vadede çok hızlı çıkılma potansiyeli taşıyor. Türkiye’nin geçmiş krizlerde başardığı gibi; sandıkta siyasetin değişmesiyle, siyasetin normalleşmesiyle, çoğulcu ve katılımcı demokrasiye, hukuka dönüşle.
Ne diyordu Kemal Burkay,
“Belki şehre bir film gelir,
bir güzel orman olur yazılarda,
Akdeniz olur, gülümse”.
Kaynak: uğurses.net-Uğur Gürses