Türkiye Bir Yörük Çadırına Sahip Çıkamadı

Türkiye’de bitme noktasında gelen geleneksel konar-göçer hayvan yetiştiriciliğine hiçbir destek sağlanmadığı gibi her yaz yaylaya çıkan Yörükler baskılarla karşı karşıya kalıyor. Ancak İtalya, Yunanistan ve Avusturya gibi ülkeler bir araya gelerek konar-göçer yaylacılık kültürünü UNESCO’nun Somut Olmayan Kültürel Mirası listesine soktular. Türkiye’de ise bu kültürün yok oluşunu kayıtsızca izleyen bir kitle ve kamu idaresi, üniversite var…

İklime bağlı konar-göçer hayvancılığın kökleri tarım devrimine kadar uzanıyor. Yaklaşık 12 bin yıllık bir geçmişin mirası olan tarım devrimi bir yandan insanları toprağa bağlarken, diğer yandan da evcilleştirdikleri hayvanları besleyebilmek için iklime bağlı hareket eden grupların öyküsünü başlattı…

AKDENİZ COĞRAFYASININ KADERİ: İKLİM, SU VE OT İÇİN GÖÇMEK

Göçebe, konar-göçer ya da son zamanlarda Türkiye’deki akademik çevrelerce de benimsenen şekliyle İngilizce olarak söylersek ‘transhumance’ kavramı; ot ve su kaynaklarını takip ederek göç eden çobanları tarif ediyor. Akdeniz coğrafyasının tipik iklim özelliği ve yüzey şekillerinin yapısı binlerce yıldır bu coğrafyada ova ile dağ arasında hareket etmeyi zorunlu kılmış. Türkiye’de ‘Yörüklük’ diye özetlenen bu kültür aslında bu coğrafyada sanıldığından daha eski bir geleneğe sahip. Bugün çoğu yerde yanlış olarak kullanıldığı şekliyle Yörüklük bir etnisite ya da ırkı değil, bir üretim kültürünü tarif ediyor. Dikey yaylacılık olarak anılan, sahil ya da ovalardan yüksek dağlara doğru ya da tersi yönde yapılan konar-göçer hayvancılık, Anadolu’nun da içinde yer aldığı Akdeniz coğrafyasının zorunluluktan doğan bir gerçeği.

BİRİ ÇÖLDEN, DİĞERİ ASYA BOZKIRLARINDAN GELEN GÖÇ KÜLTÜRÜ

Fransız tarihçi Fernand Braudel (1902-1985), ‘Akdeniz’ adlı kitabında yaylacılığın Akdeniz’in farklı bölgelerinde geçerli olduğunu belirterek, doğudan batıya doğru gelişen tarihsel akışı konusunda ayrıntılar aktarır:

“Biri Arabistan’ın kızgın çöllerinden, öteki Asya’nın soğuk bozkırlarından gelen iki güçlü akının çaprazında kalmıştır. Birincisi 7., ikincisi 11. Yüzyıldan başlayarak sürüp gitmiş olan Arap ve Türk istilaları, Xavier de Planhol’ün doğru olarak belirttiği o büyük kesintileri meydana getirmiştir. Balkan Yarımadasında, Anadolu’da ve mantık gereği Akdeniz Sahrasında, en sonunda da Kuzey Afrika’da göçebeliğin yaygınlaşmasının nedeni o engebe kütleleridir. Çöl insanlarının bu akınları Anadolu’ya ve atın kral sayıldığı Balkanlar’a soğuk ülkelerden gelen, dağlara tırmanmakta usta olan çift hörgüçlü deveyi tanıttı. Suriye’den Fas’a kadar uzanan bölgede ise Akdeniz’e 1. Yüzyıldan sonra Arabistan’dan getirilmiş olan, dağların soğuk ve taşlı yamaçlarını sevmeyen ancak kumda rahat yürüyebilen tek hörgüçlü Hecin devesi yaşıyordu.” (1)

YAYLA YOLLARI SİLİNMEZ İZLER GİBİ KIRLARA NAKŞOLDU

Braudel’in 20. Yüzyılın ikinci yarısındaki gözlem ve tespitlerine dayanarak yaylacılığın Akdeniz coğrafyasında artık bitme noktasına geldiğine işaret etmesi ve sürüleriyle birlikte yürüyerek göç eden bir çobana rastlamanın mutluluk kaynağı olduğunu belirtmesi dikkate değer:

“Eskiden olduğu gibi bir yerden bir yere güdülerek götürülen bir koyun sürüsü görmek bugün artık güç erişilir bir mutluluk oldu. Yarın belki bütünüyle ortadan kalkacak. Ama bu olayı yeniden yaşatmak elimizde. Yayla yolları, silinmez ya da hiç değilse silinmesi güç izler gibi kırlara nakşolmuştur, tıpkı insanların yüzlerinden yaşamları boyunca silinmeyen yara izleri gibi…” (2)

AVRUPA’DA KONAR-GÖÇERLİK KÜLTÜRÜNÜ YAŞATMA ÇABALARI

Bugün artık Avrupa Akdeniz’inde ve kısmen de Avusturya gibi daha iç bölgelerde konar-göçer hayvancılıkla ilgili tablo bundan 50-60 yıl önce görüldüğünden daha karamsar değil. En azından 2000’li yılların başından itibaren temiz hava ve suyun, sağlıklı gıdanın ve korunmuş bir coğrafyanın önemine ilişkin yükselen bilinç seviyesi yok olmaya yüz tutmuş geleneksel üretim biçimlerinin korunması konusunda da kendini gösteriyor.

AVRUPA’DAKİ YAYLACILIK DÜNYA MİRASI OLARAK TESCİLLENDİ

Fransızların ünlü tarihçisi Braudel’in “yeniden yaşatmak elimizde” diye andığı konar-göçer hayvancılık için İtalya, Avusturya ve Yunanistan’ın ortaklaşa yürüttüğü bir proje ile bu ülkelerdeki yaylacılık kültürü UNESCO’nun Aralık 2019’da Kolombiya’nın Bogota kentindeki toplantısında ‘Somut Olmayan Kültürel Miras’ olarak kabul edildi.

TÜRKİYE OTOYOLLA, ONLAR KORUMAK İÇİN DAĞLARI BİRLEŞTİRDİ

İtalya, Yunanistan ve Avusturya’nın ortaklaşa yürüttüğü bu çalışmanın arkasında Avrupa ülkelerindeki dağlık bölgelerde yaşayan nüfusun yaşamını desteklemeyi amaçlayan önemli bir kuruluş var: Euromontana (Avrupa Dağlık Alanlar Birliği). Proje denildiğinde ilk akla gelen şeyin “inşaat” olduğu Türkiye’de yaylaları birleştirmek için gerçek bir yıkım aracı olan otoyollar gündeme getirilirken, Avrupa’da dağlık alanların üzerinde yaşayan insanlar ve canlılarla birlikte korunması için ‘dağlık alanlar birliği’ kuruluyor.

TÜZÜĞÜNDE DİNİ VE SİYASİ AYRIM YAPMAMAYI İLKE EDİNEN KURUM

1954’lerden itibaren FAO’nun da desteğiyle dağlık bölgelerdeki sosyo-ekonomik sorunlara kalıcı çözümler aramak için başlatılan bir dizi çalışmanın sonucu doğan ‘Eurumontana’ oluşumu, bugün 20 ülkeden 75 üyesi bulunan güçlü bir uluslararası kuruluşa dönüştü. 1996’da Roma’da 14 Avrupa ülkesinin ortak bildirisiyle kurumsallaşan örgüt, Fransız yasalarına göre din ve siyaset açısından tarafsız çalışmalar yürüten ve kar amacı gütmeyen bilimsel bir kuruluş olarak yönetiliyor.

‘DAĞLIK BÖLGELERDE YAŞAYAN HAKLARIN YAŞAMINI İYİLEŞTİRME’

Euromontana’nın tüzüğünde, “Avrupa’nın dağlık bölgelerinde yaşayan halklarının yaşam koşullarını iyileştirme” amacı yer alıyor. Bu amaca ulaşmak için de, tarım, ormancılık ve çevre konuları özel ilgi alanlarını oluşturuyor. Tüm bu konularda halkları bilgilendirici yayınlar yapmak, dağlık bölgelerde yaşayan halklar arasındaki eşitsizlikleri gidermek ve bunun için uluslararası işbirliğini geliştirmek gibi hedefler doğrultusunda önemli çalışmalara imza atılıyor.

2019’DA DÜNYA MİRASI LİSTESİNE GİRDİ

Kuruluşun yaylacılık konusunda attığı en önemli adımlardan biri de İtalya, Yunanistan ve Avusturya’daki konar-göçer üretim kültürünün UNESCO Somut Olmayan Kültürel Miras listesine sokulması oldu. Üç ülke arasındaki işbirliği ile hazırlanan kapsamlı dosyanın 2017 yılında UNESCO’ya sunulmasının ardından Aralık 2019’da yaylacılık kültürü somut olmayan kültürel miras listesinde ‘dünya mirası’ olarak tescil edildi.

ÇOBANLAR, SULTANLAR VE İSYANLAR

Yüzlerce çeşit peynire, onlarca süt ürününe ev sahipliği yapan ancak AVM’leri, şarküterileri ithal peynirlerin işgali altında bulunan Türkiye’nin konar-göçerleri olan Yörükler, Selçuklu ve Osmanlı dönemlerinde zorunlu iskânlarla karşı karşıya kaldılar. Bunun hem siyasi hem de ekonomik nedenleri ve sonuçları oldu kuşkusuz. Örneğin 1239-1240’ta Selçuklu Sultanı 2. Gıyaseddin Keyhüsrev döneminde yaşanan Babai isyanının nedenlerinden biri de, konar-göçer toplulukların sultanın uyguladığı politikalardan duyduğu hoşnutsuzluktu. Babası I. Alâeddin Keykubad döneminde Alanya’nın (Kolonoros-Alaiye) doğusuna ve kuzeyindeki dağlık bölgeye iskân edilen Karamanoğulları’nın kurucu atası olan Nure Sofi’nin de Babai İsyanının fikri önderi olan Baba İlyas’ın bağlılarından biri olması ve bizzat isyana katılması bu hoşnutsuzluğun sonuçlarından biridir.

YARALARI SARAN COĞRAYFA

İsyanın paralı Frenk askerlerinin de yardımıyla kanlı şekilde bastırılmasının ardından sağ kurtulanlardan biri olan Nure Sofi, bugünkü Ermenek civarındaki dağlara sığınarak bir süre kömürcülük yapmış, ardından ise Karamanoğulları Beyliğinin kurulmasına giden yolun taşlarını döşemişti. Günümüzde Taşeli Platosu diye anılan, geçmişte ise Dağlık Kilikya olarak bilinen bu bölgede sürüp giden siyasi çatışmalar, çete savaşları ve kanlı isyanların ardından halklar yeniden toparlanmak ve ayağa kalkmak için hep bu zorlu coğrafyaya sığındı. Tarıma elverişli olmayan bu karstik coğrafyada hayvancılık yapan Türkmenler, yüzlerce yıldır Akdeniz kıyısı ile Torosların yüksek yaylaları arasında coğrafyayı adımlayıp durdular.

YAYLACILIK ÇOBANDAN SULTANA BİR GELENEK

Anadolu’da konar-göçer yaşam sürenler yalnızca çobanlar değildi. Aslına bakılırsa Selçuklu ve Beylikler dönemlerinde de sultanların ve beylerin de yaz aylarında yaylalara çıktığını belirten kaynaklar vardır. 14. Yüzyılda Alanya’dan Sinop’a kadar Anadolu coğrafyasını gezen ünlü Arap gezgin İbn Battuta, ünlü Seyahatnamesinde, Birgi Sultanı Aydınoğlu Mehmet Bey’i yayladaki obasında ziyaret ettiğini ve kendisinin de kubbeli bir çadırda konuk edildiğini, gece çok soğuk olduğu için atının telef olduğunu aktarır.

‘GÖÇEBE İÇİN ŞEHİR ZİNDANDIR’

Selçuklu döneminde de sultanların yaylalara çıkma tutkusu olduğu bilinir. 13. Yüzyılda, sahile göre yayla konumunda olan Beyşehir Gölü’nün kıyısındaki Kubadabad Sarayı yakınında bulunan Malanda Yaylasında inşa edilen Malanda köşkü ile Kayseri Erkilet’teki Hızırilyas köşkü yayla tutkusunun somutlaşmış, günümüze ulaşan örnekleridir: “Göçebe için şehir zindandır.. Sultan da şehirde sıkılıyor, onun içinde de göçebe ruhu yaşamaktadır; o da bir yerde oturamıyor. Konya’dan sık sık Kayseri’ye hareket ediyor, kışın ise Akdeniz kıyılarına, Antalya’ya gidiyor. Çoktan değil, daha 19. asrın sonlarında Akdeniz kıyılarındaki köyler ve şehirler yazın boşalıyor, ölü köyler ve şehirler manzarasını alıyorlardı. Ahali sürülerini toplayıp, sıkıcı ve boğucu sıcaktan kaçıp, dağlara, yaylalara çıkarlar ve serinlik ararlardı.” (3)

YAĞMURUN, ÇİMENİN VE DUGGUK ‘UN PEŞİNDEN SÜRÜP GİDEN YAŞAM

Tek dertleri keçilerinin otu, sütü, eti bol olsun; çocukları yağız, gürbüz, sağlıklı olsun yeterdi. Yağmurun, çimenin, çamın ve dugguk kuşunun peşinden sürüp giden döngüsel bir hayatın getirdiği zorluklar gün geçtikçe arttı, çoğaldı; dertleri dağlara sığmaz oldu. Bugün bu bölgede her türlü zorluğa karşın inatla kültürlerine sahip çıkan bir avuç Sarıkeçili Yörüğü kaldı. Bir zamanlar dağları şenlendiren obaları dağılmış, binlercesi ülkenin dört bir yanına dağılıp iskân edilmiş, kimi çiftçi, kimi öğretmen, kimi doktor, kimi de asker olmuş. Ancak bu koca ülkede, siyasilerinin dünyanın dört bir yanına yardım göndermekle övündüğü 83 milyonluk Türkiye’de bin yıldır bu toprakların her karışında izleri olan bir avuç konar-göçer kendi ülkesinde üvey evlat muamelesi görüyor.

‘GÖÇERSEM ÖLDÜRÜRLER, GÖÇMEZSEM ÖLDÜM’

Her gün bir dağ başında bir Sarıkeçili çadırı sorun yaşıyor. Susuzluk, otsuzluk, kuraklık da ağır bir dert elbette ancak durum tam olarak “göçersem öldürürler, göçmezsem öldüm” şeklinde özetlenebilecek türden. Devletin ilgili bakanlıklarına meralar için ödenen bedeller, orman arazileri için işletme müdürlüklerinden alınan otlatma izinlerinin yanında bir de yüzlerce yıldır bir gelenek halini almış olan köylerde “camiye yardım”, “köy sandığına yardım” tarzı uygulamalarla boğuşmak zorundalar. Kısacası yaşamak için coğrafyanın ve iklimin zorluklarını aşmaya çalışırlarken, aynı zamanda insanın insana karşı ördüğü duvarları da aşmak zorundalar.

Bu yeni bir sorun değil elbette. Ancak geçmişteki gibi ne göçerler yüzlerce kişilik kervanlarla geçiyor ekinden, bahçeden, ne de kırsaldaki köylerde, kasabalarda eskisi gibi nüfus var. Geriye kalan bir avuç köylü ile bir elin parmağını geçmeyen konar-göçer. Ancak toplumsal yapının genetik kodlarına işlemiş olan kimi davranışlar kolay değişmiyor.

SARIKEÇİLİLER’İN UNESCO DOSYASI 2008’DEN BU YANA BEKLİYOR

Sarıkeçili Yörüklerinin her yıl göç ettikleri güzergâhlar aşağı yukarı belirli. Ancak her göç zamanında aynı sorunlar, aynı karmaşık ve bıktırıcı duvarlar yeniden karşılarına çıkıyor. Kültürlerini yaşatmak ve geleceğe kalmasını sağlamak için direnen Sarıkeçililer, ilgili uzmanların da yardımıyla 2008 yılında bir dosya hazırlayıp Kültür ve Turizm Bakanlığı’na sundular. Amaçları, bu üretim modelinin ve kültürün Somut Olmayan Kültürel Miras olarak tescil edilmesi ve UNESCO listesine alınmasıydı. Ancak aradan geçen zamanda Mesir Macunu Festivali, Türk okçuluğu, Ebru ve Minyatür sanatı gibi birçok gelenek ve sanat UNESCO listesine sokulurken Sarıkeçililer unutuldu. Bu arada göç eden ailelerin sayısı da hızla azaldı.

BATMAKTA OLAN BİR KÜLTÜREL MİRASI TOPUĞUNDAN YAKALAMAK

Sarıkeçililerin UNESCO tarafından tescil edilmesi elbette köklü bir kurtuluş reçetesi değil ancak bu konuda devletin, yani doğrudan Kültür ve Turizm Bakanlığı ile Tarım ve Orman Bakanlığı’nın himayesinde varlıklarını sürdürmelerinin yolunu açacak bir adım olabilir. Çünkü her bir Sarıkeçili çadırı binlerce yıllık bir kültürün yaşayan son parçası. Bir kültür öğütücüsüne dönüşen modern zamanların girdabında batmakta olan bu kültürel mirası topuğundan çekip çıkaramazsak, bu ülkenin ortak hafızasındaki köklü bir değerin daha silinişine seyirci kalacağız.

YAYLACILIK NE İŞE YARAR?

İtalya, Yunanistan ve Avusturya’nın birlikte attığı adım, bu ülkelerdeki konar-göçerlik kültürünün yaşatılması için önemli bir deneyimi de barındırıyor. Bu üç ülkenin 2019’da kabul edilen UNESCO dosyasında yaylacılık şöyle özetleniyor: “Yaylacılık, insanların ve hayvanlarının mevsimlik göçüne dayanan bir hayvancılık biçimidir. Bu tekrarlayan göç, mesafeye göre değişebilir ve farklı iklim koşullarına sahip bölgeler arasında gerçekleşir. Yaylacılık yapan çobanlar, göç yollarını takip ederek hayvanlarını tüm yıl boyunca en iyi meralara götürür. Bu, hem hayvanların mümkün olan en iyi yemi almasını sağlar hem de bölgenin kaynaklarının aşırı kullanımını engeller.”

YOKOLUŞU KAYITSIZCA İZLEYEN BİR ÜLKE

İtalya, Yunanistan ve Avusturya’nın bu ortaklaşa girişimi dışında da Fransa’da benzer çabalar var. Ülkenin güneyindeki Provence bölgesinden, İsviçre sınırındaki Mont Blanc’a kadar uzanan güney-kuzey doğrultusundaki bölgede üretimden, turizme, halkla ilişkilerden sanatsal faaliyetlere kadar birçok başlık altında geleneksel yaylacılık kurumsal olarak korunuyor. Yaylacılığı korumak için üniversitesi, kamu kurumları, yerel dernekler ve topluluklar ile uluslararası kuruluşlarla işbirliği ağı oluşturarak sütünü, peynirini, etini, geleneksel yaşamını, el işçiliğini, sözlü kültürünü ve hepsinden önemlisi kimliğini geleceğe aktarabilme adımları atan ülkelerdeki bu örnek çabalara inat Türkiye’de bu kültürün yok oluşunu kayıtsızca izleyen bir kitle ve kamu idaresi, üniversite var. Keçileri ıslah etmeyi, çobanları kentlere yerleştirip niteliksiz ve ucuz işgücü haline getirmeyi, üretici olan bir halkı tüketici yapmakla sonuçlanan bu sürece daha fazla kayıtsız kalınmamalı.

‘KISACASI İKİ AKDENİZ VAR: BİZİMKİ VE ÖTEKİLERE AİT OLAN’

Bu konuda kitaplar dolusu dert anlatılabilir ancak sorunlar da belli, çözüm yolları da. Artık somut adımlar atılmasının zamanı. Biz son sözü yine Akdeniz coğrafyasının binlerce yıllık köklerine tüm yönleriyle bakmayı başarabilen Fransız tarihçi Fernand Braudel’e bırakalım: “Geriye doğru nereye bakarsanız bakın yaylaya göçme olayı uzun bir evrimin sonu, belki de erken yapılmış bir iş bölümüdür. Kimi insanlar ve yalnızca bunlar, yardımcıları ve köpekleriyle birlikte sürüleri güder, yayla otlaklarıyla, ova otlakları arasında gidip gelirler… Yaylacılık için mükemmel bölgeler olan İtalya, Güney Fransa ve İber Yarımadası’nda çobanların uzmanlık kazanmış olması bunun bir niteliği ve ayırıcı koşulu olmuştu. Böylece farklı bir insan kategorisi çıktı; bunlar herkesin uyduğu kurallara uymayan, neredeyse yasadışı kimselerdi. Alçak bölgelerin çiftçi, meyve yetiştiricisi türünden halkı bunların gelip geçmesini korkuyla, düşmanca karşılıyordu. Onlara ve kent halkına göre bunlar barbar, yarı vahşi kimselerdi. Mülk sahipleri ve üçkâğıtçı at cambazları bunları dağdan indiklerinde dolandırmak için el ele verirlerdi. Hele bir genç kız bunlardan birine gönlünü kaptırsın, kızılca kıyamet kopardı. ‘Sevgili Nenna’ der, acımasız şarkı, ‘senin çoban işe yaramaz, nefesi leş gibi kokar, tabakta yemeyi beceremez. Canım Nenna, değiştir bu kafayı, bir köylü seç koca diye,  akıllı uslu bir erkek olsun.’ Bu şarkı İtalya’da bugün hala söylenir… Kısacası iki Akdeniz vardır: Bizimki ve ötekilere ait olan. Biri yaylacı, öteki göçebe.” (4)

Kaynakça:

(1): Fernand Braudel, “Akdeniz: Mekân, Tarih, İnsanlar ve Miras. Sf. 26-60, (Metis Yayınları)

(2): Fernand Braudel (age)

(3): Vladimir Aleksandroviç Gordlevskiy, Küçük Asya’da Selçuklular. Sf. 68,TTK Yayınları.)

(4): Fernand Braudel (age)

Kaynak: odatv4.com-Yusuf Yavuz

https://odatv4.com/turkiye-bir-yoruk-cadirina-sahip-cikamadi-21062100.html

Bu Yazıyı Paylaşın