“2020’nin özetini yap” deseniz tek cümleyle “maceranın sonu” derim.
2018 ortasında ‘Alla Turca’ başkanlık rejimi ile başlayan “uçuşa geçiyoruz” nidalarıyla girişilen bir maceranın. ‘Biz biliriz, siz göreceksiniz faizi de dövizi de’ türünden bir iddia ile başlayan maceranın.
2019 başları, yerel seçimi kazanma güdüsüyle kamu bankaları kanalıyla yürütülen hem kredi genişlemesi hem de döviz kurunu sabit tutma amacıyla rezervler eritilerek çerçevelenen yeni bir tür ‘komuta ekonomisine’ sahne oldu. Yerel seçimde iki büyük metropolün kaybı sonrası Merkez Bankası Başkanının görevden alınması “maceracı ekonomi politikasının” başlangıç işareti idi. Nitekim yeni atanan başkanla beraber faizler hızla düşürülürken, döviz rezervleri eritilmeye devam edildi.
2020’nin ilk çeyrek sonuna ise sorunları halı altına süpürülmüş ekonomi, pandemi krizine yakalanıyordu.
Dünyanın en liberal ülkeleri bile kendi yurttaşının cebine bütçe kaynaklarıyla çek koyarken, bu ‘maceracı ekonomi politikası’ kendi yurttaşlarına “ihtiyaç kredisini” işaret ediyordu.
Nitekim IMF verilerine göre; bütçeden sağlık dışı ilave harcamalar GSYH’ya oranla Avustralya’da yüzde 11.2, Kanada’da yüzde 11.6, ABD’de yüzde 10.3, Britanya’da yüzde 7.6, Almanya’da yüzde 7.7 olurken, Türkiye’de sadece yüzde 0.5 idi.
Türkiye gelişen ülkeler içinde pandemiye kamusal alanda devasa bir kredi genişlemesi ile yanıt veren tek ülke oldu.
Bu ‘maceracı ekonomi politikası’ bankalarını riskli kredilere zorlayan düzenlemeler icat etti. Bankacılık otoritesi BDDK ve Merkez Bankası bankaları kredi vermeye zorlayan kural ve düzenlemeler getirdi. Aksi halde çok yüksek cezalarla karşılaşacak bankalar, bu kuralları aşmak için hızla faiz düşürerek mevduat azaltmaya başladılar. Bu da negatif reel faizi köklendirdi. Bir taraftan da Merkez Bankası enflasyonun da politika faizinin de altında bankaları fonlarken, krediler özellikle de kamu bankaları bilançosunda patlama gösterdi. İthalat hızla yükseldi. Hane halkı ve şirketler döviz ve altına hücum etti. Türkiye 20 milyar doları aşan bir altın ithalatı yaptı. Kur patladı.
Kur patlayıp dolar 8.50 seviyesine geldiğinde, muhtemeldir ki “neden bu kuru tutamıyoruz?” sorusu sorulmuş olmalı Beştepe’de. Yanıt da yine muhtemelen “rezervleri tükettik, negatife geçtik” biçimde olunca hem Merkez Bankası Başkanı hem de ekonomiden sorumlu damat-bakan görevlerinden uzaklaştırıldılar.
Öyle ki Ankara kulisleri bu rezerv tükenişinden Cumhurbaşkanının haberinin olmadığını anlatırken, konuya yakın kaynaklar “durumun vahametine yeni vakıf olduğunu” anlatıyorlardı.
Mart 2019 sonunda bu satırların yazarı o dönemin Merkez Bankası Başkanı Çetinkaya’ya bu rezerv erimesini, verilerin saklanmasını, swaplarla örtülmesini sorarken yanıt verilmemişti. Defalarca yazılıp çizilen, muhalefet partilerinin Meclis’te sorduğu bu durumun Beştepe’de duyulmamış olması mümkün müydü? Bir dolu danışman, baş danışman haberdar edememişler miydi, yoksa bilmiyorlar mıydı?
İşin siyaseten trajik tarafı, Türkiye 2018-2019 arası dönemde sarsılan ekonomisinde sorunlarını çözebilecek durumda iken, bizatihi Cumhurbaşkanı’nın güvenerek ekonominin yönetimine oturttuğu damadı ülkeyi IMF’ye olmadığı kadar yaklaştırdı. Yaklaştırdı; zira hem sorunu büyüttü hem de kötü yönetimle derinleştirdi.
Merkez Bankası’nın rezervlerinin tarihi olarak devasa bir negatif açık pozisyona getirilmesi, Hazine’nin döviz ve altın borçlandırılarak en pahalı TL borçlanmasından bile yüksek bir maliyetle borç yükü altına sokulması, bütçe açığının son 10 yılda görülmedik bir açığa zıplaması, bu maceracı ekonomi politikasının yarattığı bir enkaz olarak önümüzde duruyor. Henüz bütçeye ilave yük getirecek ‘koşullu yükümlülüklerin’ tam olarak boyutunu göremiyoruz. Zira dövize endeksli hasılat garantisine dayanan alt yapı projelerinden oluşan bu yükün de şimdiden “enkaz” niteliğinde olduğu çok açık.
Enkaz envanterine yazılacak bir başka unsur da TL’nin konvertibilitesinin olmadığı kadar büyük bir hasara uğraması. Küresel çapta TL’den kaçış yaşanması.
Sonuçta bakan ve Merkez Bankası Başkanı azledilip görevden uzaklaştırıldıktan sonra yeni gelen başkan faizleri 6.75 puan arttırıp, milli paranın değerindeki kanamayı durdurdu. Yeni gelen bakanla beraber yanlış kararlar birer birer geri alındı.
Bu ‘maceracı ekonomi politikasının’ bedeli, yöneten siyasetçinin kovulması ya da seçim kaybetmesiyle kalsa yurttaşlara zararı olmayacaktı. Oysa devasa bir mali enkaz yurttaşların üstüne çökerken, ekonominin şirketler kesimi kanalıyla yurttaşlara ‘dağıtacağı’ gelir kaybı ve işsizlik yoksullaşma olacak. Hali hazırda da bu yaşanıyor. Pandemi koşullarında yaklaşık 9 milyon kişi; işsizleri, işi olup da işbaşında olmayanları, iş bulmaktan umudunu kesmişleri, iş bulsa hemen çalışmaya başlayacakları içine alıyor. Bir taraftan da toplumun hem işsizleri hem de işi olup da asgari ücretle çalışan büyük bir kitlesi yıpratıcı bir enflasyonla baş etmeye çalışıyor.
2020’de Türkiye, 2021’deki büyümeden ödünç alarak muhtemelen pozitif büyüme ile bitiriyor olacak. Bu, diğer gelişmiş ve gelişen ülkeler grubunda ekonomik küçülmenin baskın olduğu bir küresel tabloda ülkeyi yönetenlerce “başarı” gibi pazarlanacak olsa da topluma, toplumun geleceğine bırakacağı bedeli çok ağır bir enkaz olacak.
2020’ye girerken ‘halı altına süpürülmüş’ sorunlar, 2020’deki bu ‘maceracı politika’ ile daha da büyüdü. Daha fazla sürdürülebilir bir patikası kalmadı.
Bu yüzden, 2021’de şirketler kesiminin büyüyememe ve borçları ödeyememe sorunu Türkiye’yi IMF kapısına doğru yaklaştırmıştır.
2020 tarihe ‘maceracı ekonominin sonu’ olarak geçecek.
Kaynak: ugurses.net-Uğur Gürses