Kötü yaşam biçimi, çevresel stres faktörleri ve travmanın izleri genetik materyalimiz aracılığıyla gelecek nesillere taşınabilir mi? Bu durum çocuklarımızın bazı mental hastalıklara yakalanma risklerini arttırabilir mi?
Açlık ve yoksulluk gibi bazı önemli travmatik olayların gelecek nesiller üzerinde bir iz bırakabildiğini geçmişte yapılan araştırmalardan biliyoruz. 2015 yılında JAMA Pediatrics‘de yayımlanan ve yoksulluk içerisinde yaşayan küçük yaştaki çocuklar üzerine yapılan çalışmada, beyin yapısında meydana gelen ve depresyon, öğrenme güçlükleri ve stresle başa çıkabilme yetisindeki sınırlılıklar gibi hayat boyu devam edebilecek problemlere yol açabilen değişimler belirlenmişti. Araştırmada erken yaşlardaki yoksulluğun beynin hafızadan sorumlu bölgesi hipokampuste oluşturulan travmatik hafızaların, bireyin ileri yaşlarında stres seviyelerinde artışa neden olduğu ortaya konulmuştu.
2015 yılında Cell‘de yayımlanan bir araştırma ise ilk defa olarak bu durumun arkasındaki biyolojik mekanizmayı gözlemleyebildi. Elde edilen bulgular, geçmişte kabul edilenin aksine, yavrularımızın; genetik anlamda, tamamen temiz bir sayfa ile hayata başlamadıklarını ortaya koyuyor.
Değişmez bir kullanım kitapçığı gibi olmayan DNA’mız esnek ve değişkendir. Hatta belki de düşündüğümüzden çok daha fazla değişme yeteneği vardır.
Epigenetik Mekanizma
Neredeyse bütün hücrelerimiz 20,000 civarında geni temel alıyor olsa da, her bir hücre tipi bu genlerin eşi benzeri olmayan çiftini kullanır. Genler, yeri ve zamanına göre aktif edilip, pasif hale sokulabilir. Bu mekanizma ise ”epigenetik” olarak adlandırılır ve genetik koda ilaveten gerçekleşir. Epigenetik bilgi, bir dizi biyolojik işaret ile genlerimizin içerisine yazılmıştır ve temel DNA dizisini etkilemez. Bu kimyasal işeretlerin şaşırtıcı dizilişi, DNA’yı paketleyen proteinlerin üzerine yapışabilir ve hatta DNA’nın kendisine yapışıp genom üzerinde belirli parçaların, hücrelerin gen okuma mekanizması tarafından okunmasını engelleyebilir ya da onları daha okunabilir bir hâle getirebilir.
Bunun gerçekleşebilmesi için, epigenetik işaretlerin dişi ve erkek üreme hücreleri olan yumurta ve spermin ya ikisinin ya da ikisinden birinin DNA’sına yazılması gerekiyor. Epigenetik işaretlerin nesiller arasında temizlenmesinin mekanizmaları mevcut, fakat bazı araştırmalara göre bu her zaman mükemmel bir şekilde yapılamıyor. Ayrıca, önceki nesillerin sonraki nesilleri nasıl etkilediği ile ilgili şaşırtıcı örnekler de mevcut. En meşhur örnek olarak Dutch Hunger Winter çalışmasını gösterebiliriz. İkinci Dünya Savaşı döneminde Hollanda’da yaşanan kıtlık sırasında hamile kalmış bir kadının, normalden daha küçük boyutlarda bir çocuk dünyaya getirdiği ve normalden daha küçük doğan bu çocuğun torunlarının da, savaş sonrası bolluğunda doğmalarına rağmen normalden daha küçük bir fiziksel yapı ile doğdukları görüldü.
Yani, epigenetik, yaşamımız boyunca DNA’mızda hangi genlerin aktif hangilerinin pasif olacağı üzerinde etkiler oluşturur. Bu da şu anlama geliyor, epigenetik, sağlığımız üzerinde oldukça derin etkiler oluşturabiliyor. Fakat geçmişte, bilim insanları, beslenme biçimimiz ve stres seviyemiz gibi şeylerden etkilenen epigenetik değişimlerin, yumurta ve sperm hücrelerine taşınmadığını, dolayısıyla da her nesilin temiz bir sayfa ile yeni bir başlangıç yaptığını düşünüyorlardı.
Yeni bir döllenmiş yumurtanın gelişimini düzenlemek için bilgi eklenmesinden önce her nesilde bilginin yenilenmesi gerekir. Tıpkı yeni bilgi eklemeden önce bir bilgisayar diskini temizlemeniz gibi.
Hatalarımız Gelecek Nesillere Aktarılabiliyor
Cell‘de yayımlanan çalışmada, araştırmacılar, insanlarda embriyo gelişiminin ikinci ve dokuzuncu haftaları arasında gerçekleşen bu “epigenetik silme sürecini” ilk kez tanımlamayı başardılar ve bu çevresel değişimlerin tamamen silinmediğini ortaya koydular. Esasında, DNA’mızın yaklaşık %5’i yeniden programlanmaya dirençlidir ve hatalarımızı gelecek nesillere aktarabilir.
Silinmeye dirençli bu genler ise özellikle de beyin hücrelerinde aktiftir ve şizofreni, obezite ve metabolik bozukluklar gibi vakalarla ilişkilidir.
Araştırma bize, epigenetik bilgilerin yalnızca yeni nesile değil gelecek nesillere de geçmesi muhtemel genom bölgelerinin potansiyel adaylarına dair iyi bir kaynak sağlıyor. Bu bölgelerden bazıları farelerde de aynı şekildedir ve bu da detayları daha net görebileceğimiz daha fazla araştırmanın yapılmasını mümkün kılmaktadır.
Sonuç olarak, “iyi genlere” sahip olmanın sağlıklı çocukların gelişmesi için yeterli olmadığını, aynı zamanda kendi DNA’mızı da sağlıklı tutmamız gerektiğini söyleyebiliriz.
Yaşam standartlarımız üzerinde derin etkileri bulunan her tercihimizin, genomumuzda oluşturduğu epigenetik değişimler, çocuklarımızın ve gelecek nesillerin yaşam standartlarını etkileyeceğini unutmayalım. Açlık ve yoksulluğa karşı mücadelenin sosyolojik gerekliliğinin yanı sıra biyolojik ve genetik gerekliliğinin de bulunduğunu göz önünde bulundurmamız gerekiyor.