Azille Geri Alınmış Vekâletin Kullanılması Resmî Belgede Sahtecilik Oluşturur

T.C. YARGITAY

Ceza Genel Kurulu

Esas No : 2013/11-727
Karar No : 2015/1
Tarih : 17.02.2015

İÇTİHAT METNİ

DAVA :

Resmi belgede sahtecilik suçundan sanık A. E.’nun beraatına ilişkin, Çankırı 2. Asliye Ceza Mahkemesince verilen 08.04.2009 gün ve 59-120 sayılı hükmün katılan vekili tarafından temyiz edilmesi üzerine dosyayı inceleyen Yargıtay 11. Ceza Dairesince 20.06.2013 gün ve 59-10500 sayı ile onanmasına karar verilmiştir.

Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı ise 09.07.2013 gün ve 236862 sayı ile;

…1) Yaklaşık 10 yıllık bir sürecin 2. yılında azil işleminin, 10. yılında satış işleminin gerçekleştiği, kurgulamadan bahsedilecek ise bulunulan ana daha yakın olan 10 yılda yapılan eylemde kurgulama aramanın gerektiği,

a) Azil işleminin gerçekleştiği 1998 yılında sanıkla eşi arasında dosyaya yansımış geçimsizliğin bulunmaması,

b) Satış işleminden yaklaşık bir yıl sonra katılanın kızı ile sanığın boşanmaları,

c) Satış işlemi sırasında evde oturan katılanın kızı olan sanığın eşinin, evi satın almak amacıyla görmek isteyen kimse tarafından rahatsız edilmemesinin hayatın olağan akışına olan aykırılığı,

d) Evi satın alan kişinin tekrar sanığa kiralaması ile muvazaalı kira sözleşmesi düzenlenmesinin basitliği,

e) Yurtdışında yaşayan katılanın satış işlemini öğrenememesinin hayatın olağan akışına olan uygunluğu birlikte değerlendirildiğinde satış işleminin muvazaalı olduğu sanık tarafından zarar

kastı ile gerçekleştirildiğinin kabulü gerekirken aksine kabul ile beraat hükmü kurulması,

2) Sanığın satış bedeli olan parayı katılana verdiğine ilişkin savunmasının doğruluğunun ispatı amacıyla katılanın satış tarihi civarında yurt içinde olup olmadığının araştırılmaması,

3) Evi geçersiz bir vekaletname ile satılan kişinin, katılanın dilekçesinde açıkladığı gibi diğer gayrimenkullerinin satılmaması için tekrar azilname göndermesinin hayatın olağan akışı içinde makul bir davranış olarak kabul edilmesi gerekirken, aksine kabul ile sanığın azilnameyi bilmediğine gerekçe olarak gösterilmesi yasaya aykırı olduğundan beraat kararı ve bu kararın onanmasına ilişkin daire kararının yasaya aykırı olduğu” görüşüyle itiraz kanun yoluna başvurmuştur.

CMK’nun 308. maddesi uyarınca inceleme yapan Yargıtay 11. Ceza Dairesince 26.09.2013 gün ve 17824-13746 sayı ile, itiraz nedenlerinin yerinde görülmediğinden bahisle Yargıtay Birinci Başkanlığına gönderilen dosya, Ceza Genel Kurulunca değerlendirilmiş ve açıklanan gerekçelerle karara bağlanmıştır.

KARAR :

Özel Daire ile Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı arasında oluşan ve Ceza Genel Kurulunca çözümlenmesi gereken uyuşmazlık; resmi belgede sahtecilik suçunun unsurlarının oluşup oluşmadığının belirlenmesine ilişkindir.

Ancak, yapılan müzakerede bir kısım Genel Kurul Üyeleri tarafından, sanığın azilnameden haberi olmadığına ve iddianame içeriğine göre resmi belgede sahtecilik suçunun yanında ayrıca dolandırıcılık suçunu oluşturabilecek bir anlatımın da bulunduğuna ilişkin görüşler ileri sürülmesi üzerine Yargıtay İç Yönetmeliğinin 27. maddesi uyarınca bu hususların öncelikle değerlendirilmesi gerekmiştir.

İncelenen dosya kapsamından;

Katılanın, sanık A.in kayınpederi olup yurtdışında yaşaması nedeniyle eşi ve iki oğlu ile birlikte Türkiyedeki işleri ile ilgilenmek üzere 15.08.1995 tarihinde genel vekaletnameyle sanığı vekil olarak görevlendirdiği, 28.09.1998 tarihli azilname ile katılan tarafından sanığın vekillikten azledildiği, azilnamenin vekaletnamenin düzenlendiği Çankırı 1. Noterliğine ve sanığa tebliğ edildiği, tebliğin sanıkla birlikte ikamet eden sanığın eşi ve katılanın kızı Ş. E.na 01.10.1998 tarihinde yapıldığı, 14.11.2005 tarihinde ise sanığın, katılana ait olan ve eşi ile birlikte oturduğu daireyi 15.08.1995 tarihli vekaletnameye dayanarak 20.200 Lira bedelle tanık B. A.ya sattığı, sanık A.in 25.08.2006 tarihinde boşanma davası açması üzerine katılanın bu satış işleminden haberdar olduğunu beyan ederek 16.10.2006 tarihli dilekçesiyle Cumhuriyet savcılığına başvurduğu,

Suça konu taşınmazın tapu kayıtları incelendiğinde, 22.12.2003 tarihinde Öznur Konut Yapı Kooperatifinden sanığın eşi Şenaya tahsis yapıldığı, 31.08.2005 tarihinde katılan Nurettine satış yapıldığı, 14.11.2005 tarihinde ise B. A.ya satıldığı, satış senedine göre satış bedelinin 20.200 Lira olduğu, satışın katılan adına sanık tarafından 15.08.1995 tarihli vekaletnameye dayalı olarak yapıldığı, satış senedinde kimlik kontrolü yapıldı, vekaletnamede azil yoktur ibaresinin yer aldığı,

Çankırı 1. Noterliğinde düzenlenen 15.08.1995 tarihli vekaletname incelendiğinde, katılanın, eşi ve iki oğluyla birlikte Türkiye sınırları içerisinde bulunan her türlü taşınmazdaki hak ve hisselerini dilediği şekilde satma konusunda sanığa yetki verdikleri,

Çankırı 2. Noterliğinde düzenlenen 28.09.1998 tarihli azilname incelendiğinde, katılanın yetkili kıldığı oğlu E. vasıtasıyla genel vekaletname verdiği sanığı gördüğü lüzum üzerine azlettiği, bu azilnamenin vekaletnamenin düzenlendiği Çankırı 1. Noterliğine ve sanığa tebliğ edildiği ancak azle ilişkin tebligatın bizzat sanığa değil birlikte oturdukları eşi olan Şenaya 01.10.1998 tarihinde yapıldığı,

15.09.2006 tarihinde katılanın müracaatı ile yeni bir azilname düzenlenerek sanığa tebliğ edildiği ve bilgi için Çankırı Tapu Sicil Müdürlüğüne de gönderildiği,

Sanığın talebi üzerine Çankırı 1. Noterliğinden istenen vekaletnameye göre, 06.06.2002 tarihinde Almanya/Münster Başkonsolosluğunca düzenlenen vekaletname ile katılanın Türkiye sınırları içerisinde yer alan her türlü taşınmazlarını kiraya verme konusunda sanığa yetki verdiği ve bu yetkiye istinaden sanığın 14.06.2002 tarihinde Çankırıda katılana ait bir dükkanı Ali Çölbekler isimli kişiye kiraya verdiği,

Çankırı 2. Asliye Hukuk Mahkemesinin 2006/979 esas sayılı dosyasının incelenmesinde, sanık A.in 25.08.2006 tarihinde boşanma davası açtığı, yargılama sonucu davalı eşin kusurlu bulunarak tarafların boşanmalarına, 2.000 Lira manevi tazminatın davalı eşten alınarak sanık A.’e ödenmesine karar verildiği, 02.04.2009 tarihinde kararın kesinleştiği,

Çankırı 1. Asliye Hukuk Mahkemesinin 2006/886 esas sayılı dosyasının incelenmesinde, 23.11.2006 tarihinde katılan Nurettin tarafından azledildiği halde kendisinden habersiz suça konu daireyi azledilen vekaletnameye dayanarak sattığından dolayı sanık aleyhine 40.000 Liralık alacak davası açıldığı, 10.04.2008 tarihinde de davanın kabulüne karar verilerek 40.000 Liranın davalıdan alınarak davacıya ödenmesine karar verildiği ve kararın kesinleştiği,

Anlaşılmaktadır.

Katılan aşamalarda; sanığın damadı olduğunu, 1995 yılında bazı işlerini yürütmesi için kendisine vekaletname verdiğini, 1998 yılında da vekaletnameden azlettirdiğini, kızıyla damadı arasındaki boşanma davası sırasında oturduğu evin kira olduğunu söylemesi üzerine merak edip tapudan araştırdığında evinin satılmış olduğunu öğrendiğini, ev satışı ile ilgili kendisine hiçbir talimat vermediğini, satış bedelini almadığını, durumu avukatlarına söylediğini, avukatların tekrar azilname çektiğini, sanıktan şikayetçi olduğunu söylemiş,

Tanık Ş. E.; sanığın eski eşi olduğunu, boşanmalarına karar verildiğini, ayrı yaşadıklarını, gösterilmiş olan tebligattaki imzanın kendisine ait olduğunu, söz konusu azilnameyi eşi adına tebliğ aldığını, o tarihte eşi ile birlikte yaşadıklarını, tebligatı televizyonun üzerine bıraktığını, akşam eşi geldiğinde de tebligatı kendisine açmadan verdiğini, sorduğunda eşinin sinirlendiğini, aralarında tartışma çıktığını ve evden çıkıp gittiğini, eşinin babası adına satmış olduğu yeri çok sonradan duyduğunu, boşanma davaları sırasında bu olayın ortaya çıktığını, eşinin babasından habersiz bu işi yaptığını, söz konusu evin kendisininde içinde oturduğu ev olduğunu, evde oturduğu esnada evi satın aldığını söyleyen bir kişinin gelmediğini beyan etmiş,

Tanık İ. E.; sanığı tanıdığını, kayınpederini ise sadece ismen tanıdığını, sanığın evi sattığını bildiğini, sanığın söz konusu evi kayınpederi ile birlikte satın aldığını, ancak evin kayınpederinin üzerine olduğunu, bir gün sanığın elinde siyah bir poşet ile geldiğini, kayınpederine gitmek istediğini söylediğini, araba ile birlikte kayınpederinin, bulunduğu yere gittiklerini, sanığın arabadan inip kayınpederi ile görüşüp geldiğini, geri döndüğünde poşetin elinde olmadığını, parayı verdiğini söylediğini, ancak parayı verirken görmediğini, bu olayın 2006 yılının Nisan ya da Mayıs aylarında olduğunu dile getirmiş,

Tanık B. A.; 14.11.2005 tarihinde Ö. Apt. A Blok K: 2/9 sayılı daireyi sanıktan satın aldığını, parasını peşin verdiğini, tapuyu da aynı tarihte kendi üzerine aldığını, sanıkla beraber tapuya gittiklerini, sanığın elinde vekaletname olduğunu, tapuda herhangi bir problem yaşamadığını, vekaletnamenin geçersiz olduğunu, sanığın azledildiğini bilmediğini ifade etmiş,

Sanık aşamalarda; 2006 yılında kendisine azilname çekildiğini, o tarihten sonra katılanın hiçbir işini yapmadığını, katılanın 13 yıllık damadı olduğunu, kendisinin bütün işlerini takip ettiğini, söz konusu evi katılanın bilgisi dahilinde sattığını, eşiyle aralarında uzun yıllardır geçimsizlik olduğunu, 1998 yılındaki azilnameden haberi olmadığını, o tarihte eşi ile birlikte yaşadıklarını, ancak eşinin azilnameden söz etmediğini, söz konusu evin satışını yapmak için tapuya gittiklerini, azilname olup olmadığına bakıldığını, olmadığı anlaşılınca satışın yapıldığını, 2006 yılında kendisine ilk kez azilname çekildiğini, bu satıştan aldığı 20.200 Lirayı katılana verdiğini, üzerine atılı suçlamayı kabul etmediğini savunmuştur.

Önsoruna ilişkin konuların sırasıyla değerlendirilmesinde yarar bulunmaktadır.

Sanığın, katılan tarafından vekillikten azledildiğinden haberinin olup olmadığı:

7201 sayılı Tebligat Kanununun işlem tarihi itibariyle yürürlükte bulunan 10. maddesinde; Tebligat, tebliğ yapılacak şahsa bilinen en son adresinde yapılır. Şu kadar ki; kendisine tebliğ yapılacak şahsın müracaatı veya kabulü şartiyle her yerde tebligat yapılması caizdir,

16. maddesinde ise; Kendisine tebliğ yapılacak şahıs adresinde bulunmazsa tebliğ kendisi ile aynı konutta oturan kişilere veya hizmetçilerinden birine yapılır,

Şeklinde hükümler yer almaktadır.

Buna göre tebligat, tebliğ edilecek şahsın bilinen en son adresinde yapılacak, şahıs adresinde bulunmadığı takdirde kendisi ile aynı konutta oturan kişilere veya hizmetçilerden birine de yapılabilecektir.

Bu açıklamalar ışığında ön soruna ilişkin uyuşmazlık konusu değerlendirildiğinde;

Katılan Nurettin’in, yurtdışında yaşaması nedeniyle eşi ve iki oğlu ile birlikte Türkiyedeki işleri ile ilgilenmek üzere 15.08.1995 tarihinde damadı olan sanığa genel vekaletname vererek vekil olarak görevlendirdiği, 28.09.1998 tarihinde ise sanığın katılan tarafından azledildiği, azilnamenin vekaletnamenin düzenlendiği Çankırı 1. Noterliğine ve sanıkla birlikte ikamet eden eşi tanık Ş. E.na 01.10.1998 tarihinde tebliğ edildiği hususlarının sabit olduğu olayda; tebliğin yapıldığı tarihlerde sanık ile eşinin aynı çatı altında birlikte yaşamaları nedeniyle yapılan tebliğin Tebligat Kanununa ve usule uygun olması ve tanık Şenay’ın beyanları birlikte değerlendirildiğinde sanığın katılan tarafından kendisine verilen vekillik görevinden azledildiğine ilişkin azilnameden haberinin olduğunun kabulü gerekmektedir.

Bu ön sorun yönünden çoğunluk görüşüne katılmayan onbeş Genel Kurul Üyesi; “Azilnamenin tebliğ edildiği sanığın eşinin aynı zamanda katılanın kızı olması nedeniyle sanığın azilnameden haberinin olduğu hususunun şüphe boyutunda kaldığı” düşüncesiyle karşı oy kullanmışlardır.

İddianame içeriğine göre resmi belgede sahtecilik suçu yanında ayrıca dolandırıcılık suçunu oluşturabilecek bir anlatımın bulunup bulunmadığı:

İncelenen dosya kapsamından;

Çankırı Cumhuriyet Başsavcılığınca sanık hakkında; Şüpheli A. E.nun suç tarihinde şikayetçi N. G.’ın damadı olup, şüpheli ile şikayetçinin kızı arasında Çankırı Asliye Hukuk Mahkemesinde boşanma davalarının bulunduğu, şikayetçinin yurt dışında bulunması nedeniyle 1995 yılında Türkiye’deki işleri ve gayrimenkulleri ile ilgilenmesi için oğulları eşi ve kendisinin şüpheli damadına genel vekaletname verdikleri, şüpheli A. E. 28.09.1998 tarihinde vekaletten azledildiği halde şikayetçiye ait Çankırı merkez AHR mahallesi 14 ada, 122 parselde bulunan Ö. sitesi A Blok No: 9 adresindeki daireyi geçersiz vekaletnameye dayanarak B. A. isimli şahsa 14.11.2005 tarihinde satmak suretiyle üzerine atılı suçu işlediği,

C. Başsavcılığımızca daha önce kovuşturmaya yer olmadığı kararı verilmiş olup itiraz üzerine Sungurlu Ağır Ceza Mahkemesinin 23.01.2007 tarih ve 34 D. iş sayılı kararı ile, şüphelinin üzerine atılı suçun TCK’nun 204/1. maddesinde düzenlenen resmi belgede sahtecilik suçu kapsamında kalması ihtimaline binaen delillerin takdirinin mahkemesine ait olmak üzere dava açılması için itirazın kabulüne karar verildiği evrak kapsamından anlaşılmakla,

Şüphelinin duruşmasının mahkemenizde yapılarak eylemine uyan… sevk maddesi gereğince cezalandırılmasına…, açıklamasına yer verilen iddianame ile kamu davası açılırken, 5237 sayılı TCKnun 204/1 maddesinin sevk maddesi olarak gösterildiği ve suçun sahte resmi belgeyi kullanmak suretiyle resmi belgede sahtecilik olarak adlandırıldığı, yerel mahkemece de resmi belgede sahtecilik suçundan hüküm kurulduğu anlaşılmaktadır.

Ceza muhakemesi hukukumuzda mahkemelerce bir yargılama faaliyetinin yapılabilmesi ve hüküm kurulabilmesi için, yargılamaya konu edilecek eylemle ilgili, usulüne uygun olarak açılmış bir ceza davası bulunması gerekmektedir. 5271 sayılı Ceza Muhakemesi Kanunu’nun 170/1. maddesi uyarınca ceza davası, dava açan belge niteliğindeki icra ceza mahkemesine verilen şikayet dilekçesi, son soruşturmanın açılması kararı gibi istisnai hükümler dışında, kural olarak Cumhuriyet savcısı tarafından düzenlenecek bir iddianame ile açılır. Belirtilen kanunun 170. maddesinin 4. fıkrasında da; iddianamede, yüklenen suçu oluşturan olaylar, mevcut delillerle ilişkilendirilerek açıklanır düzenlemesine yer verilmiştir.

CMKnun 225. maddesi uyarınca da; Hüküm, ancak iddianamede unsurları gösterilen suça ilişkin fiil ve faili hakkında verilir. Mahkeme, fiilin nitelendirilmesinde iddia ve savunmalarla bağlı değildir. Bu düzenleme gereğince hangi fail ve fiili hakkında dava açılmış ise ancak o fail ve fiili hakkında yargılama yapılarak hüküm verilebilecektir.

Anılan kanuni düzenlemelere göre, iddianamede açıklanan ve suç oluşturduğu iddia olunan eylemin dışına çıkılması, dolayısıyla davaya konu edilmeyen fiil veya olaydan dolayı yargılama yapılması ve açılmayan davadan hüküm kurulması kanuna açıkça aykırılık oluşturacaktır. Öğretide davasız yargılama olmaz ve yargılamanın sınırlılığı olarak ifade edilen bu ilke uyarınca hakim, ancak hakkında dava açılmış bir fiil ve kişi ile ilgili yargılama yapabilecek ve önüne getirilen somut uyuşmazlığı hukuki çözüme kavuşturacaktır.

Diğer taraftan CMK’nun 226. maddesinde ise; Sanık, suçun hukuki niteliğinin değişmesinden önce haber verilip de savunmasını yapabilecek bir halde bulundurulmadıkça, iddianamede kanuni unsurları gösterilen suçun değindiği kanun hükmünden başkasıyla mahkûm edilemez.

Cezanın artırılmasını veya cezaya ek olarak güvenlik tedbirlerinin uygulanmasını gerektirecek haller, ilk defa duruşma sırasında ortaya çıktığında aynı hüküm uygulanır.

Ek savunma verilmesini gerektiren hallerde istem üzerine sanığa ek savunmasını hazırlaması için süre verilir.

Yukarıdaki fıkralarda yazılı bildirimler, varsa müdafie yapılır. Müdafii sanığa tanınan haklardan onun gibi yararlanır hükmü getirilmiştir.

Soruşturma aşamasında elde ettiği delillerden ulaştığı sonuca göre iddianameyi hazırlamakla görevli iddia makamı, düzenlenen iddianame ile CMKnun 225/1. maddesi uyarınca kovuşturma aşamasının sınırlarını belirlemektedir. Bu bakımdan iddianamede, yüklenen suçun unsurlarını oluşturan fiil/fiillerin nelerden ibaret olduğunun hiçbir tereddüte yer bırakmayacak biçimde açıklanması zorunludur. Böylelikle sanık; iddianameden üzerine atılı suçun ne olduğunu hiçbir şüpheye yer vermeyecek şekilde anlamalı, buna göre savunmasını yapabilmeli ve delillerini sunabilmelidir. CMK’nun 226. maddesindeki düzenlemeyle iddianamede anlatılan eylem değişmemiş olduğunda, kanun koyucu o eylemin hukuksal niteliğinde değişiklik olmasını “yargılamanın sınırlılığı” ilkesine aykırı görmemiş, bu gibi hallerde sanığa ek savunma hakkı verilerek değişen suç niteliğine göre bir hüküm kurulmasına imkan sağlamıştır. Bu düzenlemenin bir sonucu olarak mahkeme, eylemin hangi suçu oluşturacağına ilişkin nitelendirmede iddia ve savunmayla bağlı değildir. Örneğin, iddianamede hırsızlık olarak nitelendirilen eylemin suç eşyasının kabul edilmesi suçunu oluşturacağı görüşünde olan mahkemece, sanığa ek savunma hakkı da verilmek suretiyle bahse konu suçtan hüküm kurulabilecektir. İddianamede anlatılan ve kapsamı belirlenen olayın dışında bir fail ve fiilin yargılanması söz konusu olduğunda ise, suç duyurusunda bulunulması ve iddianame ile dava açılması halinde gerekli görülürse her iki iddianame ile açılan davaların birleştirilmesi yoluna gidilebilecektir.

Nitekim Ceza Genel Kurulunun 14.06.2005 gün ve 38-63, 09.10.2007 gün ve 44-200, 06.11.2007 gün ve 203-224, 16.04.2013 gün ve 1307-151, 06.05.2014 gün ve 1486-238, 13.05.2014 gün ve 2-257 sayılı kararları başta olmak üzere pek çok kararında da aynı sonuca ulaşılmıştır.

Bu açıklamalar ışığında ön sorun değerlendirildiğinde;

İddianamede tarif edilen ve yargılama konusu yapılan eylem resmi belgede sahtecilik suçuna ilişkin olup dolandırıcılık suçunu oluşturabilecek şekilde herhangi bir anlatıma yer verilmemiştir. Nitekim yerel mahkemece de resmi belgede sahtecilik suçundan kamu davası açıldığı kabul edilerek sanık hakkında bu suçtan beraat hükmü kurulmuştur.

Bu itibarla iddianamede dolandırıcılık suçunu oluşturabilecek bir anlatım olmadığından bu suçtan açılan bir davanın bulunmadığının kabulü gerekmektedir.

Bu önsorun yönünden ise çoğunluk görüşüne katılmayan iki Genel Kurul Üyesi; “iddianamedeki anlatıma göre sanık hakkında dolandırıcılık suçundan da açılmış bir dava olduğu” düşüncesiyle karşı oy kullanmışlardır.

Önsorunların bu şekilde çözümlenmesinden sonra uyuşmazlığın esasını teşkil eden somut olayda resmi belgede sahtecilik suçunun yasal unsurlarının oluşup oluşmadığının belirlenmesine gelince;

5237 sayılı TCKnun Resmi belgede sahtecilik başlıklı 204. maddesi;

(1) Bir resmi belgeyi sahte olarak düzenleyen, gerçek bir resmi belgeyi başkalarını aldatacak şekilde değiştiren veya sahte resmi belgeyi kullanan kişi, iki yıldan beş yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır.

(2) Görevi gereği düzenlemeye yetkili olduğu resmi bir belgeyi sahte olarak düzenleyen, gerçek bir belgeyi başkalarını aldatacak şekilde değiştiren, gerçeğe aykırı olarak belge düzenleyen veya sahte resmi belgeyi kullanan kamu görevlisi üç yıldan sekiz yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır.

(3) Resmi belgenin, kanun hükmü gereği sahteliği sabit oluncaya kadar geçerli olan belge niteliğinde olması halinde, verilecek ceza yarısı oranında artırılır şeklindedir.

Buna göre, resmi belgede sahtecilik suçu seçimlik hareketli bir suç olarak düzenlenmiş olup, resmi belgenin sahte olarak düzenlenmesi, gerçek bir resmi belgenin başkalarını aldatacak şekilde değiştirilmesi veya sahte resmi belgenin kullanılması durumunda suç oluşacaktır.

Maddenin ikinci fıkrasında, resmi belgede sahtecilik suçunun kamu görevlisi tarafından işlenmesi ayrı bir suç olarak tanımlanarak daha ağır bir yaptırıma bağlanmış, maddenin üçüncü fıkrasında ise, suçun konusunu oluşturan resmi belgenin, kanunun hükmü gereği sahteliği sabit oluncaya kadar geçerli olan bir belge niteliğinde olması halinde cezanın yarı oranında artırılması hüküm altına alınmıştır.

Sahtecilik suçlarının hukuki konusu kamunun güveni olup, belgelerin gerçeğe aykırı olarak düzenlenmesi, gerçek bir belgeye eklemeler yapılması, tamamen veya kısmen değiştirilmesi eylemlerinin kamu güvenini sarstığı kabul edilerek yaptırıma bağlanmıştır.

Öte yandan, resmi belgenin sahte olarak düzenlenmesi ya da gerçek bir resmi belgenin değiştirilmesi eyleminin sahtecilik suçunu oluşturabilmesi için, düzenlenen ya da değiştirilen belgenin gerçek bir belge olduğu konusunda kişiyi aldatıcı nitelikte olması gerekir. Aldatıcılık özelliği ya da başka bir ifadeyle iğfal kabiliyeti suçun temel unsuru olup, özel bir incelemeye tabi tutulmadıkça gerçek olmadığı anlaşılamayan belge, sahte belge olarak kabul edilmelidir. Sahteciliğin kişileri aldatacak nitelikte (nesnel) bulunup bulunmadığı ve beş duyuyla ilk bakışta anlaşılabilir olup olmadığı şüpheye yer vermeyecek şekilde belirlenmelidir.

Ceza Genel Kurulunun 09.10.2012 gün ve 335-1804 ile 14.10.2003 gün ve 232-250 sayılı kararlarında da; muhatabın hatasından, dikkatsizlik veya özensizliğinden kaynaklanan fiili iğfalin, aldatma yeteneğinin varlığını göstermeyeceği ve bu nedenle aldatma keyfiyetinin belgeden objektif olarak anlaşılması gerektiği belirtilmiştir. Sahteciliğe konu olan belgenin aldatma yeteneğinin olup olmadığının tartışılması ve belirlenmesi öncelikle yargılamayı yürüten mahkemeye ait olup, hakim olayın çıkış, oluş ve akışını, düzenlenen belgelerle yapılan işlemleri göz önüne alarak, sahteciliğin kolaylıkla anlaşılıp anlaşılamayacağını bizzat belirlemeli ve sonucuna göre belgelerde aldatma yeteneği olup olmadığını takdir ve tespit etmelidir.

Uyuşmazlığın çözümü açısından ayrıca dolandırıcılık suçu üzerinde de durulmalıdır.

5237 sayılı TCKnun Dolandırıcılık başlıklı 157. maddesinde; Hileli davranışlarla bir kimseyi aldatıp, onun veya başkasının zararına olarak, kendisine veya başkasına bir yarar sağlayan kişiye bir yıldan beş yıla kadar hapis ve beşbin güne kadar adli para cezası verilir şeklinde dolandırıcılık suçunun temel şekli düzenlenmiş olup, 158. maddesinde ise suçun nitelikli halleri on bent halinde sayılmıştır.

Dolandırıcılık suçunun maddi unsurunun hareket kısmı, 765 sayılı TCKnun 503. maddesinde bir kimseyi kandırabilecek nitelikte hile ve desiseler yapma olmasına karşın, 5237 sayılı TCKnun 157. maddesinde hileli davranışlarla bir kimseyi aldatma şeklinde ifade edilmiş olup, 765 sayılı Kanunda yer alan desise kavramına 5237 sayılı Kanunda yer verilmemiş ve hileye desiseyi de kapsayacak şekilde geniş bir anlam yüklenmiştir.

Malvarlığının yanında irade özgürlüğünün de korunduğu dolandırıcılık suçunun oluşabilmesi için;

1) Failin bir takım hileli davranışlarda bulunması,

2) Hileli davranışların mağduru aldatabilecek nitelikte olması,

3) Failin hileli davranışlar sonucunda mağdurun veya başkasının aleyhine, kendisi veya başkası lehine haksız bir yarar sağlaması,

Şartlarının birlikte gerçekleşmesi gerekmektedir.

Fail kendisi veya başkasına yarar sağlamak amacıyla bilerek ve isteyerek hileli davranışlar yapmalı, bu davranışlarla bir başkasına zarar vermeli, verilen zarar ile eylem arasında uygun nedensellik bağı bulunmalı ve zarar da, nesnel ölçüler göz önünde bulundurularak belirlenecek ekonomik bir zarar olmalıdır.

Görüldüğü gibi, dolandırıcılık suçunu diğer malvarlığına karşı işlenen suç tiplerinden farklı kılan husus, aldatma temeline dayanan bir suç olmasıdır. Birden çok hukuki konusu olan bu suç işlenirken, sadece malvarlığı zarar görmemekte, mağdurun veya suçtan zarar görenin iradesi de hileli davranışlarla yanıltılmaktadır. Madde gerekçesinde de, aldatıcı nitelik taşıyan hareketlerle, kişiler arasındaki ilişkilerde var olması gereken iyiniyet ve güvenin bozulduğu, bu suretle kişinin irade serbestisinin etkilendiği ve irade özgürlüğünün ihlal edildiği vurgulanmıştır.

5237 sayılı TCKnun 157. maddesinde yalnızca hileli davranıştan söz edilmiş olmasına göre, her türlü hileli davranışın dolandırıcılık suçunu oluşturup oluşturmayacağının belirlenmesi gerekmektedir.

Kanun koyucu anılan maddede hilenin tanımını yapmayarak suçun maddi konusunun hareket kısmını oluşturan hileli davranışların nelerden ibaret olduğunu belirtmemiş, bilinçli olarak bu hususu öğreti ve uygulamaya bırakmıştır.

Hile, Türk Dili Kurumu sözlüğünde; birini aldatmak, yanıltmak için yapılan düzen, dolap, oyun, desise, entrika (Türk Dil Kurumu, Türkçe Sözlük, s.891) şeklinde, uygulamadaki yerleşmiş kabule göre ise; Hile nitelikli yalandır. Yalan belli oranda ağır, yoğun ve ustaca olmalı, sergileniş açısından mağdurun denetleme olanağını ortadan kaldırmalıdır. Kullanılan hile ile mağdur yanılgıya düşürülmeli ve yanıltma sonucu kandırıcı davranışlarla yalanlara inanan mağdur tarafından sanık veya başkasına haksız çıkar sağlanmalıdır… hileli davranışın aldatacak nitelikte olması gerekir. Basit bir yalan hileli hareket olarak kabul edilemez biçiminde tanımlanmıştır.

Öğretide de hile ile ilgili olarak; Olaylara ilişkin yalan açıklamaların ve sarf edilen sözlerin doğruluğunu kuvvetlendirecek ve böylece muhatabın inceleme eğilimini etkileyebilecek yoğunluk ve güçte olması ve bu bakımdan gerektiğinde bir takım dış hareketler ekleyerek veya böylece var olan halden ve koşullardan yararlanarak, almayacağı bir kararı bir kimseye verdirtmek suretiyle onu aldatması, bu suretle başkasının zihin, fikir ve eylemlerinde bir hata meydana getirmesidir (Sulhi Dönmezer, Kişilere ve Mala Karşı Cürümler, Beta Yayınevi, İstanbul, 2004, s. 453),Objektif olarak hataya düşürücü ve başkasının tasavvuru üzerinde etki meydana getiren her türlü davranıştır (Durmuş Tezcan/Mustafa Ruhan Erdem/MuratÖnok, Teorik ve Pratik Ceza Hukuku, Seçkin Yayınevi, Ankara, 2006, s. 558), Hile; oyun, aldatma, düzen demektir. Objektif olarak hataya düşürücü ve başkasının tasavvuru üzerinde etki doğurucu her davranış hiledir (Nur Centel/Hamide Zafer/Özlem Çakmut, Kişilere Karşı Suçlar, İstanbul 2011, Beta Yayınevi, 2. Bası, Cilt I. s. 456) biçiminde tanımlara yer verilmiştir.

Yerleşmiş uygulamalar ve öğretideki baskın görüşlere göre ortaya konulan ilkeler gözönünde bulundurulduğunda; hile, maddi olmayan yollarla karşısındakini aldatan, hataya düşüren, düzen, dolap, oyun, entrika ve bunun gibi her türlü eylem olarak kabul edilebilir. Bu eylemler bir gösteriş biçiminde olabileceği gibi, gizli davranışlar olarak da ortaya çıkabilir. Gösterişte, fail sahip bulunmadığı imkanlara ve sıfata sahip olduğunu bildirmekte, gizli davranışta ise kendi durum veya sıfatını gizlemektedir. Ancak sadece yalan söylemek, dolandırıcılık suçunun hile unsurunun gerçekleşmesi bakımından yeterli değildir. Kanun koyucu yalanı belirli bir takım şekiller altında yapıldığı ve kamu düzenini bozacak nitelikte bulunduğu hallerde cezalandırmaktadır. Böyle olunca hukuki işlemlerde, sözleşmelerde bir kişi mücerret yalan söyleyerek diğerini aldatmış bulunuyorsa bu basit şekildeki aldatma, dolandırıcılık suçunun oluşumuna yetmeyecektir. Yapılan yalan açıklamaların dolandırıcılık suçunun hileli davranış unsurunu oluşturabilmesi için, bu açıklamaların doğruluğunu kabul ettirebilecek, böylece muhatabın inceleme eğilimini etkisiz bırakabilecek yoğunluk ve güçte olması ve gerektiğinde yalana bir takım dış hareketlerin eklenmiş bulunması gerekir.

Failin davranışlarının hileli olup olmadığının belirlenmesi noktasında öğretide şu görüşlere de yer verilmiştir: Hangi hareketin aldatmaya elverişli olduğu somut olaya göre ve mağdurun içinde bulunduğu duruma göre belirlenmelidir. Bu konuda önceden bir kriter oluşturmak olanaklı değildir(Veli Özer Özbek/M.Nihat Kanbur/Koray Doğan/Pınar Bacaksız/İlker Tepe, Türk Ceza Hukuku Özel Hükümler, Ankara 2012, Seçkin Yayınevi, 4. Baskı s. 650), Hileli davranışın anlamı birtakım sahte, suni hareketler ile gerçeğin çarpıtılması, gizlenmesi ve saklanmasıdır(Doğan Soyaslan, Ceza Hukuku Özel Hükümler, 6. Baskı, s. 343), Hilenin, mağduru hataya sürükleyecek nitelikte olması yeterlidir; ortalama bir insanı hataya sürükleyecek nitelikte olması aranmaz. Bu nedenle, davranışın hile teşkil edip etmediği muhataba ve olaya göre değerlendirilmelidir(Nur Centel/Hamide Zafer/Özlem Çakmut, Kişilere Karşı İşlenen Suçlar, İstanbul 2011, Beta Yayınevi, 2. Bası, Cilt I. s. 462). Esasen, hangi davranışların hileli olup olmadığı ve bu kapsamda değerlendirilmesi gerektiği yolunda genel bir kural koymak oldukça zor olmakla birlikte, olaysal olarak değerlendirme yapılmalı, olayın özelliği, mağdurun durumu, fiille olan ilişkisi, kullanılmışsa gizlenen veya değiştirilen belgenin nitelikleri ayrı ayrı nazara alınmak suretiyle sonuca ulaşılmalıdır.

Bu açıklamalar ışığında uyuşmazlık konusu değerlendirildiğinde;

Katılanın yurtdışında yaşaması nedeniyle eşi ve iki oğlu ile birlikte Türkiyedeki işleriyle ilgilenmek üzere 15.08.1995 tarihinde genel vekaletname vererek sanığı vekil tayin ettiği, 28.09.1998 tarihinde katılan tarafından sanığın bu vekillikten azledildiği, 14.11.2005 tarihinde ise sanığın azledildiği bu vekaletnameye dayanarak katılana ait taşınmazı üçüncü bir kişiye sattığı olayda, vekillikten azledildiğinden haberdar olan sanık azilname ile geçersiz hale gelen vekaletnameyi kullanarak katılana ait taşınmazı üçüncü kişiye satmış ve tapu işlemleri sırasında katılanın vekili olmadığı halde bu durumu tapu memurundan gizlemiştir. Azilname ile geçersiz hale gelen resmi belge niteliğindeki vekaletnamenin kullanılması nedeniyle somut olayda resmi belgede sahtecilik suçunun yasal unsurlarının oluştuğunun kabulü gerekir.

Resmi belgede sahtecilik suçunun yanında, sanığın hileli davranışlar yapmak suretiyle katılanın aleyhine olarak kendisine haksız bir yarar sağlamış olması nedeniyle dolandırıcılık suçunun oluşması da sözkonusu olacaktır. Önsoruna ilişkin olarak yapılan değerlendirmede, iddianamede dolandırıcılık suçunu oluşturabilecek bir anlatıma yer verilmediği, dolayısıyla dolandırıcılık suçundan açılan bir dava bulunmadığı sonucuna ulaşıldığından bu konuda mahallinde zamanaşımı süresi içinde kamu davası açılmasının mümkün olduğu hususuna işaret edilmekle yetinilmiştir.

Bu itibarla, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı itirazının değişik gerekçeyle kabulüne, Özel Dairenin onama kararının kaldırılarak sanığın eyleminin resmi belgede sahtecilik suçunu oluşturduğunun gözetilmemesi isabetsizliğinden bozulmasına ve sanığın tapu işlemleri sırasında gerçeği gizleyerek kamu kurumu olan tapu müdürlüğünü aracı kılarak dolandırıcılık suçunu da işlediği anlaşılmakla bu konuda mahallinde zamanaşımı süresi içinde kamu davası açılmasının mümkün olduğu hususuna da işaret edilmesine karar verilmelidir.

Çoğunluk görüşüne katılmayan Genel Kurul Üyeleri H. Eken ve M. Karayol; “Uyuşmazlık sanığın azilname ile geçerliliğini yitiren vekaletname ile kayınpederi olan katılana ait taşınmazı kayınpederi adına tapuda üçüncü kişiye sattığı olayda, resmi belgede sahtecilik suçunun yasal unsurlarının oluşup oluşmadığı noktasında toplanmaktadır. Daha önce bu dosya ile ilgili yapılan müzakerelerde sanığın azilnameden haberdar olup olmadığı ve kamu davasının sınırlarını oluşturan 22.02.2007 tarihli iddianamede sanık hakkında dolandırıcılık suçundan dava açılıp açılmadığı hususları çözüme kavuşturulmuştur. Önceki müzakerelerde yapılan oylamalar sonucunda sanığın 28.09.1998 tarihli azilnameden haberdar olduğu ve dolandırıcılık suçundan kamu davası açılmadığı kabul edilmiştir.

Uluslararası sözleşmeler ve Anayasa ile güvence altına alınan suçta ve cezada kanunilik ilkesi gereğince kimse işlendiği zaman yürürlükte olan bir kanunun suç saymadığı bir fiilden dolayı cezalandırılamaz. Kanunilik ilkesi gereğince kanun koyucu hangi fiillerin suç teşkil ettiğini yasada açıkça göstermek zorundadır. Resmi belgede sahtecilik suçu seçimlik hareketli suçlardan olup TCK. nun 204/1. maddesindeki düzenlemeye göre bu suçu oluşturan tipik hareketler, sahte bir belgenin düzenlenmesi veya gerçek bir resmi belge üzerinde başkalarını aldatacak şekilde tahrifat yapılması yani bu belgenin içindeki gerçeğin değiştirilmesi ya da sahte bir resmi belgenin bilerek kullanılmasıdır. TCK. nun 204/1. maddesindeki seçimlik hareketlerin arasında geçersiz olan ancak sahte olmayan bir belgenin kullanılması yer almamıştır. Bir belgenin sahte olup olmaması ile var olan geçerli bir belgenin sonradan geçersiz hale gelmesi birbirinden farklıdır. Diğer bir anlatımla her sahte belge mutlak anlamda geçersizdir. Ancak her geçersiz belgenin sahteliğinden söz edilemez. Azilname ile geçersiz hale gelen bir vekaletname (belge) kullanılarak tapuda yapılan satış işlemi koşullarının varlığı halinde geçersiz bir hukuki işlem olarak kabul edilebilir ise de sahte bir hukuki işlem olduğunu söylemek olanaksızdır. Zira resmi belgede sahtecilik suçunun kanuni tanımında yer alan maddi hareketler (tipiklik) içerisinde sahte olmayan ancak geçersiz hale gelmiş bir belgenin kullanılması sayılmadığından bu belge kullanılarak oluşturulan tapu kaydının sahteliğinden bahsedilemez.

Suç tarihi ile suç tarihinden sonra yürürlüğe giren Borçlar Kanununda vekalet sözleşmesinin tanımı, ne şekilde kurulacağı, kapsamı, vekalet sözleşmesi taraflarının borçları ve ne şekilde sona ereceği ayrıntılı biçimde düzenlenip açıklanmıştır.

Bu kanunlardaki tanıma göre vekalet sözleşmesi vekilin vekalet verenin bir işini veya işlemini yapmayı üstlendiği sözleşmedir. Vekalet sözleşmesinin sona erme sebeplerinden biri azildir. Suç tarihinde yürürlükte bulunan 818 sayılı Borçlar Kanununun 396. maddesi ile şu anda yürürlükte bulunan Borçlar Kanununun 512. maddesinde vekaletin taraflarca tek taraflı olarak sona erdirilmesi şeklinde tanımlanan azil, haklı bir neden olmaksızın, tek taraflı bir beyanla kullanılabilen yenilik doğurucu bir haktır ve vekalet sözleşmesini tek taraflı sona erdirebilen bir kurumdur. Somut olayımızda katılan 15.08.1995 tarihli vekaletname ile bir takım taşınmazların satış yetkisini içeren bir vekaletname vermiş daha sonra katılan azil hakkını kullanarak 28.09.1998 tarihinde noterde bir azilname düzenlemiş ve bu azilname 01.10.1998 tarihinde sanığın o tarihte resmi olarak evli olduğu eşi Ş. E.’na 01.10.1998 tarihinde tebliğ edilmiştir. Azilname ile vekalet ilişkisi son bulmuş yani vekaletname sanıkla katılan bakımından geçersiz hale gelmiştir. Ancak dikkat edilecek husus azilname ile geçerliliğini yitiren vekaletname sahte bir vekaletname değil geçersiz bir vekaletnamedir.

Olayımızda vekillikten azledilen sanığın bu vekaletnameye dayanarak kendisini azleden kişi (katılan) yönünden işlem yapma imkanı ortadan kalkmaktadır. Zira aynı vekaletnamede sanığı vekil tayin eden diğer kişiler yönüyle bu vekaletname geçerli olup hukuki sonuçlarını doğurmaktadır. Bu nedenle sahte olmayan ancak azilname ile geçersiz hale gelen bir vekaletnameye dayanılarak yapılan tapudaki satış işleminde sahtecilik suçu oluşmayacaktır.

Bu hususu açıklamak bakımından sahte bir vekaletnameye dayalı satış işleminin hukuki sonuçları ile azilname ile geçersiz hale gelen vekaletname ile yapılan satış işleminin hukuki sonuçlarını karşılaştırmakta fayda vardır.

Sahte bir vekaletnameye dayanılarak tapuda yapılan satış işlemi mutlak olarak geçersizdir. Zira tapudaki resmi belge niteliğinde olan satış işleminin dayanağı vekaletname sahtedir ve sonradan tapudaki satışı yapılan taşınmazın sahibi (adına sahte vekaletname düzenlenen kişi) bu işleme onay verse bile bu satış işlemi geçerli hale gelmez. Sahte bir belgeye dayanılarak yapılan tüm hukuki işlemler mutlak butlanla maluldür ve hiçbir durumda geçerli olabilmeleri olanaklı değildir. Aradan yıllar geçse bile bu hukuki işlemin geçerli hale gelebilmesi mümkün değildir. Sahte vekaletnameye dayanılarak yapılan satış işlemini öğrenen gerçek tapu maliki satış işleminin iptali için açtığı davada alıcı üçüncü kişinin iyi niyetli olup olmamasının yani bu vekaletnamenin sahte olup olmadığını bilmesinin veya bilebilecek durumda olmamasının bir önemi yoktur. Mahkemece satış işleminin dayanağını oluşturan vekaletnamenin sahte olduğunun tespiti durumunda satış işleminin iptaline karar verilecektir. Mahkemece verilen bu karar tespit mahiyetindedir. Mutlak butlanla malul olan hukuk aleminde bir geçerlilik zaten kazanmayan bir işlemin tesbiti anlamında açıklayıcı mahiyette bir karardır.

Azilname ile geçersiz hale gelen vekaletnameye dayanılarak yapılan satış işleminin hukuki sonuçlarına gelince; somut olayımızdan gidecek olursak, olayımızda azilname ile geçersiz hale gelen bir vekaletnameye dayanılarak sanık 14.11.2005 tarihinde katılana ait bir taşınmazı tapuda üçüncü kişiye satmıştır. Öncelikle burada satış işlemini sanık kendi adına değil kendisini vekil eden adına yapmaktadır. Adına satış işlemi yapılan kişi vekaletnamesiz iş görme hükümlerine göre bu satış işleminin iptalini isteyebilecektir. Eğer katılan, sanık tarafından geçersiz vekaletnameye dayanılarak yapılan bu satış işlemine onay verdiği takdirde tapuda yapılan bu satış işlemi hukuken geçerli olacaktır. Halbuki sahte bir vekaletnameye dayanılarak yapılan satış işleminin onay ile geçerli hale gelmesi hiçbir surette mümkün değildir. Peki katılan bu işleme onay vermedi ve satışın iptali için dava açtı bu durumda mahkeme taşınmazı satın alan üçüncü kişinin iyi niyetli olup olmamasına göre kararını belirleyecektir. Taşınmazı satın alan üçüncü kişi iyi niyetli ise yani azilname ile vekaletnamenin geçersiz hale geldiğini bilmiyor veya bilebilecek durumda değilse açılan dava reddedilecek yani satış işlemi hukuken geçerli olacaktır. Üçüncü kişinin iyiniyetli olmadığının belirlendiği yani vekaletnamenin geçersiz hale geldiğini bilerek bu taşınmazı aldığını kabul ettiğimiz takdirde bu satış işlemi mahkemece iptal edilecektir. Ancak önemle vurgulanması gereken husus Mahkemenin burada verdiği karar açıklayıcı, tesbit mahiyetinde bir karar değil kurucu, yenilik doğurucu, inşai mahiyette, karar tarihinden sonra ileriye yürüyen mahiyette bir karar olacağıdır. Azilname ile geçersiz hale gelen bir vekaletnameye dayanılarak yapılan tapudaki satış işlemi sahte bir işlem değildir. Eğer sahte olduğu kabul edilseydi, sahte bir vekaletnameye dayanılarak yapılan hiçbir hukuki işlem sonradan onay vermekle veya işlemin yapıldığı üçüncü kişinin iyiniyetli olup olmamasına göre geçerli hale gelemezdi.

Konuyu açıklamak bakımından birkaç örnek daha verebiliriz. Yürürlükten kaldırılan Borçlar Kanunu ile benzer yönde düzenlemeler içeren yeni Borçlar Kanunu’nun 512. maddesine göre, vekalet ilişkisini sona erdiren azlin hüküm doğurma anı ne zamandır. Kural olarak bu hak yenilik doğurucu bir hak olduğundan karşı tarafa varmakla hüküm ve sonuç doğurmaya başlar, anılan Kanunun 514. maddesi azlin muhatabınca öğrenilmesiyle hüküm ve sonuç doğuracağını belirtmiştir. Vekalet sözleşmesinin tek taraflı olarak ortadan kaldırılması sonucunu doğuran azil veya istifa kural olarak geçerli bir şekil şartına bağlı tutulmuş ise de; davaya vekalette bu kurala bir istisna getirilmiştir. Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun 82/1. maddesinde istifa eden vekilin vekalet görevi istifanın müvekkile tebliğinden itibaren iki hafta süreyle devam eder demektedir. Aynı düzenleme Avukatlık Kanunu’nun 41. maddesi ile de vurgulanmıştır.

Bu husus neden önemlidir. Avukat vekalet ilişkisini sona erdiren istifa hakkını kullanmış, istifa dilekçesi karşı tarafa tebliğine rağmen avukatın vekalet görevi 15 gün süre ile devam etmektedir. Yani istifa ile geçersiz hale gelen vekaletnameye dayanarak avukatın dava ile ilgili yaptığı tüm hukuki işlemler örneğin temyiz dilekçesi verme vs. geçerli olacaktır. İstifa ile geçersiz hale gelen vekaletnameye dayanarak avukatın bu 15 günlük sürede yaptığı takip ettiği dava ile ilgili hukuki işlemler sahte denilemeyecektir. Vekaletnameyi sona erdiren sebeplerden bir tanesi de ölümdür. Yürürlükten kalkan Borçlar Kanunu ile benzer düzenlemeler içeren Yeni Borçlar Kanununun 513. maddesi şu şekildedir. Sözleşmeden veya işin niteliğinden aksi anlaşılmadıkça sözleşme (vekalet sözleşmesi) vekilin veya vekalet verenin ölümü, ehliyetini kaybetmesi ya da iflası ile kendiliğinden sona ermiş olur. Vekaletin sona ermesi vekalet verenin menfaatlerini tehlikeye düşürüyorsa, vekalet veren veya mirasçısı ya da temsilcisi, işleri kendi başına görebilecek duruma gelinceye kadar, vekil ve mirasçısı ya da temsilcisi, vekaleti ifaya devam etmekle yükümlüdür. (Eski Borçlar Kanununun 396. maddesi)

Tüm yargısal kararlarda ve doktirinde açıkça vurgulandığı üzere, maddede belirtilen koşulların varlığı halinde örneğin ölüm halinde bile vekalet verenin menfaatinin tehlikeye düşmesi halinde vekil vekaletnameyi ifaya devamla sorumludur ve bu vekaletnameye dayanarak yaptığı hukuki işlemler geçersiz değildir.

Örnek Yargıtay Kararları:

* Vekaletin işin özelliğinden ölümden sonrada devam edeceği anlaşılan vekilin yaptığı temlik işlemi geçerlidir. (Somut olayda müvekkilinin öldüğünden haberdardır)

HG.K. 20.04.1965 günlü, 22-25 sayılı kararı,

* Vekil edenin satışını vaat ettiği taşınmazı ölümünden sonra vekil tarafından devredilmesi geçerli bir işlemdir.

H.G.K. 24.03.1965 günlü 616-127 sayılı kararı

* Vekaletin sarahatinden ve işin özelliğinden vekaletin ölümden sonrada devam ettiği anlaşıldığından yapılan satış vaadi sözleşmesi (tapuda yapılmış) geçerlidir.

H.G.K. 26.12.1962 günlü 65-94 sayılı kararı

Bu örnekleri çoğaltmak mümkündür.

Buradan şu sonuca varmak mümkündür. Azilname ile geçersiz hale gelen bir vekaletname sahte bir vekaletname değildir. Eğer bu vekaletname sahte bir vekaletname olarak kabul edilseydi, bu durumda sahte bir belgeye (somut olayda vekaletnameye) dayanılarak yapılan tapudaki satış işlemi sahte olacağından sahtecilik söz konusu diyebilirdik. Burada sahte bir satış işlemi değil vekaletsiz iş görme hükümlerine göre değerlendirilebilecek bir satış söz konusudur. Bu satış işleminin iptali de vekaletsiz iş görme hükümlerine dayanılarak istenebilecektir. Verilen örneklerde de vurgulandığı üzere, azil, istifa, ölüm gibi nedenler vekalet ilişkisini sonlandıran işlemlerdir. Bu işlemlerin varlığı halinde vekaletname sahte olmaz geçersiz hale gelir. Azil, istifa veya ölüm gibi vekalet ilişkisini sonlandıran hukuki işlemlerin varlığı halinde bu surette geçersiz hale gelen vekaletnameye dayanılarak yapılan hukuki işlemlerin geçerli olabileceğine dair yüzlerce emsal Yargıtay Kararları vardır. Yapılan satış işlemi sahte bir işlem değildir. Bu nedenle somut olayda sahtecilik suçunun yasal unsurları oluşmamıştır.

Sahtecilik suçunun oluşmadığını bu şekilde izah ettikten sonra somut olayda, resmi belgenin düzenlenmesinde memura yalan beyan suçunun oluşup oluşmadığını da kısaca açıklamak gerekir.

TCK’nun 206. maddesinde düzenlenen memura yalan beyan suçunun oluşabilmesi için, yalan beyanın, resmi belge düzenlemeye yetkili kamu görevlisine yapılması, failin de yaptığı beyanın resmi bir belgeye esas olduğunu bilerek hareket etmesi gerekir. Ancak şu husus da önemle belirtilmelidir ki, maddede yazılı suçun oluşabilmesi için yalan beyan üzerine düzenlenen belgelerin tek başına hukuki geçerliliğinin bulunması gerekir. Beyanın doğruluğu, düzenlenen resmi belge ile ispat edilecek ise madde uygulanacaktır. Buna karşılık beyanı alan memur, beyanın doğruluğunu tahkik edip, buna kanaat getirdikten sonra resmi belgeyi düzenlemek durumunda ise, yani resmi belge sadece kişinin beyanı üzerine değil de, memurca yapılacak inceleme sonucuna göre meydana getirilmekte ise, bu suç oluşmaz. TCK’nun 206. maddenin gerekçesinde bu koşullar açıkça yer almaktadır. 11. Ceza Dairesinin istikrarlı uygulamaları da bu yönde olup, resmi belge düzenlemeye yetkili kamu görevlisi, beyanı tespit ettikten sonra, mevzuat veya mutad uygulama gereği beyan doğruluğunu araştırdıktan sonra resmi belge düzenlemek durumunda ise bu suçun oluşmadığı kabul edilmektedir. Somut olayda sanık, katılana ait evi satmak için Tapu memuruna katılanın vekili sıfatıyla başvurarak 1995 tarihli genel vekaletnameyi sunmuştur. Yürürlükteki tapu mevzuatına göre vekaletname ile yapılan başvurularda, tapu memuru ibraz edilen vekaletnamenin geçerli olup olmadığını, ilgili noterlikten araştırmak ve tapu müdürlüğünde tutulması zorunlu olan azilname sicil defterinden, bu vekaletnamenin azilname ile sona erip ermediğini araştırmak zorundadır. Hal böyle olunca dikkatlice yapılacak bir araştırma sonucunda sanığın azille geçersiz duruma gelmiş vekaletnameyi kullandığı anlaşılacağı için satış sözleşmesi (resmi belge) düzenlenmeyecektir. Bu nedenledir ki somut olayda kamu görevlisine yalan beyan suçu da oluşmamaktadır.

Yargıtay Hukuk Genel Kurulunun 15.04.2011 gün ve 2011/58-176 sayılı kararında belirtildiği üzere; Hukuk hakimi aynı olay nedeniyle ceza yargılamasında hükme dayanak yapılan maddi olgular ile bağlıdır. Bilindiği üzere, hukuk usulü bir şekil hukukudur. Davanın açılması, itirazların ileri sürülmesi, tanıkların ve diğer delillerin bildirilmesi belirli süre koşullarına bağlı kılındığı gibi, ikinci tanık listesi verilememesi, iddia ve savunmanın genişletilmesi yasağı gibi, yargılamanın süratle sonuçlandırılması gayesi ile belirli kısıtlamalar getirilmiştir. Bunun sonucunda, hukuk hakimi şekli gerçeği arayacak, maddi gerçek öncelikli hedef olmayacaktır. Ancak ceza hakimi bunun tersine öncelikli hedef olarak maddi gerçeğe ulaşmaya çalışacaktır. O halde ceza mahkemesinin maddi nedensellik bağını tespit eden kesinleşmiş hükmünün hukuk hakimini bağlamasına, Borçlar Yasasının 53. maddesi bir engel oluşturmaz (HGKnun 16.9.1981 gün 1979/1-131 E. ve 1981/587 K. sayılı ilamı, Mustafa Çemberci, Hukuk Davalarında Kesin Hüküm, 1965, s.22 vd.).

Hukuk Genel Kurulunun 17.06.1998 gün 1998/19-523 E., 1998/508 K. sayılı; 06.02.2002 gün 2002/19-16 E. 2002/47 K. sayılı ve 01.05.2002 gün 2002/10-345 E. 2002/342 K. sayılı kararlarında da; hukuk davasına konu olay sebebiyle açılan ceza davasında, ceza mahkemesince saptanan maddi olguların hukuk hakimini bağlayacağı hususuna işaret olunmuştur.

Açıklamalardan da anlaşıldığı üzere Yargıtayın yerleşik uygulamasına ve öğretideki genel kabule göre, maddi olgunun tespitine ilişkin ceza mahkemesi kararı hukuk hakimini bağlar. Bu nedenle ceza mahkemesinde bir maddi olayın varlığı ya da yokluğu konusundaki kesinleşmiş kabule rağmen, aynı konunun hukuk mahkemesinde yeniden tartışılması olanaklı değildir. Buradan şu sonuca varmak mümkündür. Azilname ile geçersiz hale gelen vekaletname ile tapuda yapılan satış işleminin sahtecilik suçunu oluşturduğu kabulüyle ceza verildiği takdirde ceza mahkemesinin saptadığı bu sahtecilik, sahte işlem maddi olgusu hukuk hakimini bağlayacaktır. Bu durumda uygulamada bu tür satış işlemlerinin iptali için hukuk mahkemelerine açılan davalarda artık hukuk mahkemeleri satın alanın iyiniyetli olup olmadığına bakmaksızın ceza mahkemesinin verdiği mahkumiyet kararındaki maddi olguyla bağlı olduğundan iptal kararı vereceklerdir. Bu nedenle geçersiz vekaletnameye dayanılarak yapılan satış işleminin sahte olduğu sonucuna götürecek bir kabul bu konu ile ilgili yukarıda bahsedilen Borçlar Kanunu hükümlerini işleyemez hale getirecektir.

Açıklanan nedenlerle sahtecilik suçunun unsurları oluşmadığından mahkemenin, sanığın azilnameden haberdar olmadığı gerekçesine dayanan beraat kararı sonucu itibariyle doğru olup itirazın reddi gerektiği düşüncesindeyiz.” görüşüyle

Çoğunluk görüşüne katılmayan Genel Kurul Üyesi R. Özkepir;

“5237 sayılı TCKnın 204. maddesindeki düzenlemeye göre; resmi belgede sahtecilik suçunun maddi unsurları;

1-Resmi belgeyi sahte olarak düzenlemek,

2-Gerçek bir resmi belgeyi başkalarını aldatacak şekilde değiştirmek,

3-Sahte resmi belgeyi kullanmaktır.

Yukarıda belirtilen üç seçimlik hareketlerden birinin yapılmasıyla resmi belgede sahtecilik suçu işlenmiş olur.

Resmi belgede sahtecilik suçunda yapılan sahteciliğin aldatma yeteneğine sahip olması suçun maddi unsuru ise de kamu görevlisinin aldatılması suretiyle resmi belge düzenlettirilmesi başka suçları oluştursa bile resmi belgede sahtecilik suçunu oluşturmaz.

Örneğin; işlediği suç nedeniyle yapılan soruşturmada başka bir kimlik bildiren ve o kimlikle yargılanıp mahkumiyetine karar verilen sanığın eylemi, kimliğini bildirdiği şahıs gerçekte var olan bir kimse ise, TCKnun 268. maddesi aracılığıyla 267. maddesinde yazılı suçu, bildirilen kimlik herhangi bir şahsa ait değilse TCKnun 206. maddesinde yazılı suçu oluşturacaktır.

Yukarıdaki örnekte soruşturma evresindeki ifade tutanakları ve mahkeme kararı resmi belgelerdir. Sanık soruşturma evresinde ifade tutanaklarını imzalamak suretiyle resmi belgenin düzenlenmesine de fiilen katılmıştır. Ancak, TCKnun 204. maddesinde öngörülen suçun maddi unsurlarından herhangi birisi gerçekleşmediğinden sanığın eylemi resmi belgede sahtecilik suçunu oluşturmayacaktır.

Ceza hukukunda sanıklar yalnızca işledikleri eylemden dolayı cezalandırılabilirler. İtiraza konu olayda sanığın sübuta eren eylemi azil nedeniyle hukuken geçersiz hale gelen vekaletnameyi tapu müdürlüğüne ibraz ederek katılan N. G. adına tapuda kayıtlı taşınmazı B. A. adındaki şahsa satıp devretmektir.

Bu eylemle sanık vekaletten azledildiğini gizlemek suretiyle B. A. adındaki şahsı aldatmış, kamu kurumu olan Tapu Müdürlüğünü de araç olarak kullanarak kendisine yarar sağlamıştır. Sanığın eylemi TCKnun 158. maddesi 1. fıkrası (d) bendinde yazılı dolandırıcılık suçunu oluşturmaktadır.

Sanığın eyleminde resmi belgede sahtecilik suçunun maddi unsurlarından olan;

a) Resmi belgeyi sahte olarak düzenlemek,

b) Gerçek bir resmi belgeyi başkalarını aldatacak şekilde değiştirmek,

c) Sahte resmi belgeyi kullanmak,

Seçimlik hareketlerinden hiçbirisi gerçekleşmemiştir.

Hukuken geçerli olmayan belge ile sahte resmi belge farklı kavramlardır. Hukuken geçerli olmayan belgeyi kullanmak resmi belgede sahtecilik suçu olarak nitelendirilemez.

Açıklanan nedenlerle sanığın eyleminin ayrıca resmi belgede sahtecilik suçunu da oluşturacağına ilişkin çoğunluk görüşüne katılmıyorum. ” düşüncesiyle,

Çoğunluk görüşüne katılmayan onsekiz Genel Kurul Üyesi de; benzer düşüncelerle karşıoy kullanmışlardır.

SONUÇ :

Açıklanan nedenlerle;

1- Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı itirazının değişik gerekçeyle KABULÜNE,

2- Yargıtay 11. Ceza Dairesinin 20.06.2013 gün ve 59-10500 sayılı onama kararının KALDIRILMASINA,

3- Çankırı 2. Asliye Ceza Mahkemesinin 08.04.2009 gün ve 59-120 sayılı kararının sanığın eyleminin resmi belgede sahtecilik suçunu oluşturduğunun gözetilmemesi isabetsizliğinden BOZULMASINA,

4- Sanığın hileli davranışlar yaparak katılanın aleyhine olacak şekilde kendisine haksız bir yarar sağlamış olması nedeniyle, resmi belgede sahtecilik suçunun yanında dolandırıcılık suçunun da oluşması sözkonusu olduğundan bu konuda mahallinde zamanaşımı süresi içinde kamu davası açılmasının mümkün olduğuna,

5- Dosyanın, mahalline gönderilmek üzere Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığına TEVDİİNE, sanığın azilnameden haberdar olup olmadığına ilişkin ön sorun ile ilgili 18.11.2014 tarihinde yapılan ilk müzakerede yasal çoğunluk sağlanamadığından 02.12.2014 tarihinde yapılan ikinci müzakerede oyçokluğuyla, iddianamede dolandırıcılık suçundan kamu davası açılıp açılmadığı ile ilgili ön sorun yönünden 09.12.2014 tarihinde yapılan müzakerede oyçokluğuyla, esasa ilişkin resmi belgede sahtecilik suçunun yasal unsurlarının oluşup oluşmadığına ilişkin uyuşmazlık yönünden ise 09.12.2014 tarihinde yapılan ilk müzakerede gerekli çoğunluk sağlanamadığından 17.02.2015 tarihinde yapılan ikinci müzakerede oyçokluğu ile, karar verildi.

Bu Yazıyı Paylaşın