Karadeniz’in Hamsileri de Fotoğraflarda Kalmasın!

Karasal alanda Trabzon’un ‘Arapzon’ olmasına yol açan süreç, denizel alanda da Kızıldeniz yoluyla Arabistan kıyılarından gelen türlerin giderek yaygınlaşmasıyla sürüyor…

Kıyısında yaşadığı denize yabancılaşan bir bireyin balığı sadece tavada ya da ızgarada görmesinin önüne başka türlü geçemezsiniz. Çünkü Karadeniz sadece bir deniz değil. Çevresinde yaşayan 160 milyon insan için kimliğinin önemli bir parçası. Bu, Türkiye için çok daha belirleyici bir etki. Bu bilinç ve çabayla Karadeniz’in geçmişteki bolluk ve bereketini kısa sürede geri getiremeyiz ancak gelecekte daha uzun süre nefes almasını sağlayabiliriz. Aksi halde tıpkı mersin balıkları ve yunuslar gibi hamsiler nesli tükenme tehdidi altında türler arasına girecek ve yalnızca fotoğraflarıyla avunur hale geleceğiz…

Türkiye’de tükettiğimiz her dört balıktan üçü Karadeniz’den geliyor. Bir başka deyişle Türk halkının ucuz ve kaliteli protein kaynağının önemli bir kısmı Karadeniz’den… Tek başına insan açısından bu ‘çıkarcı’ bakış bile Karadeniz’in neden önemli olduğunu anlatmaya yeter. Ama bundan çok daha fazlası var…

HEM HEPSİ HEM DAHA FAZLASI

Milyonlarca yıl önce Aral ile Avrupa arasındaki coğrafyayı kaplayan Paratetis Denizi’nin bir parçası olan, zamanla Hazar Denizi ile Urmiye ve Aral gölleriyle ayrışarak bugünkü şeklini alan Karadeniz, Türkiye’nin de içinde olduğu ülkeler için yaşamsal önemde. Etrafını çevreleyen kentlerde yaşayan milyonlarca insan için elini uzatıp karnını doyurduğu büyük bir yer sofrası gibi. Yalnızca barındırdığı balık çeşitliliği ile değil, binlerce yıldır kıyılarında gelişen pek çok kent ile de önemli bir yaşam ve kültür havzası. Karayolu ulaşımının bugünkü gibi yaygın olmadığı dönemlerde Karadeniz önemli bir suyolu olarak öne çıkıyordu. Bugün sadece Temel fıkralarına indirgenen Karadeniz; mısır ekmeği, fındık, taka adı verilen balıkçı tekneleri, hamsi tava ve karalahana çorbasıyla özetlenebilecek bir kültür havzası değil. Hem bunların hepsi, hem daha fazlası var. Örneğin Trabzon 19. Yüzyılda Avrupa ile Kafkaslar ve İran-Hazar coğrafyası arasında bir köprü, ticaret ve kültür merkezi konumundaydı.

ROMA’NIN DÜŞMANI BÜYÜK MİTRİDATES

Antik çağın ünlü Kinik filozofu Diyojen’in memleketi olan Sinop da önemli bir kentti. Miletli kolonistlerin Karadeniz kıyılarında kurduğu kentlere zamanla Romalıların geliştirdiği kentler eklendi. Yunan ve Romalı işgalciler tarafından ‘barbar’ olarak anılan Karadeniz’in yerli halklarının savaşçı ruhu, zamanla Romalılara karşı uzun süre savaşarak ve Anadolu birliğini sağlamaya çalışan Pontus Kralı Büyük Mitridates’in (M.Ö 135-63) kişiliğinde hayat bulmuştur. Roma’nın büyük düşmanı olarak anılan Mitridates’in etkin olduğu dönem içerisinde bir iç Karadeniz kenti olan Amasya’da doğan ünlü coğrafyacı Strabon da bölgenin geçmişini özetleyen tarihi karakterlerden biridir.

NE GELENLER MİSAFİRDİ NE DE YERLİ HALKLAR VAHŞİ

Zümrüt ormanları, bereketli ovaları, verimli üzüm bağları ve her zaman hayvan sürülerinin dolaştığı mera ve yaylalarıyla Kapadokya ile Karadeniz arasındaki coğrafya hep davetsiz misafirleri kendisine çekti. Kimi macera için, kimi maden aramak ya da yeni koloniler kurmak için, kimi de sadece yağmalamak için geldi. Gelenlerin hiç alışık olmadığı biçimde ağaç kulelerin üzerinde yaşayan yerli halkların ‘dışarıdan’ gelen bu maceraperestlere yönelik tepkisi, “misafir sevmeyen vahşiler” olarak kaydoldu eski kaynaklara. Oysa ne gelenler misafir, ne de yerli halklar vahşiydi…

BİR BİYOLOJİK SİLAH OLARAK DELİ BAL

Hititler döneminde Karadeniz’in iç kesimlerine hâkim olan Kaşkalar’dan Makronlara, Mossyneklerden Kolkhisli’lere birçok yerel halkın adı bugün büyük ölçüde unutulup gitti. Bazı kaynaklar Mossynekler’in Romalı askerleri deli bal kullanarak etkisiz hale getirdiklerini aktarırken, aynı şekilde Karadeniz coğrafyasında deli bal ile tanışan Hellenlerin de balın sarhoş edici etkisiyle bayıldıklarını kaydeder. Karadeniz dağlarında yetişen kumar çiçeklerinden üretilen ballar hala delidir ve insanı delirtir…

AĞLAYAN ÇAYIR: KARADENİZ’DE GÖÇ VE SÜRGÜN ÖYKÜSÜ

Yalnızca Anadolu’nun Karadeniz kıyıları değil, doğu, batı ve kuzey kıyılarında da binlerce yıldır zengin bir uygarlık öyküsü yazıldı. Ünlü yönetmen Theo Angelopulos’un 2004 yılında çektiği Ağlayan Çayır, günümüzde Ukrayna’nın Karadeniz kıyısında bulunan Odessa kentinden yaşayan Rumların Bolşevik devrimi sonrasındaki sürgüne gönderilmesine ve dramatik göç yolculuğuna odaklanır.

RİZE’DEN BATUM’A, SİNOP’TAN KIRIM’A KADİM BİR KÜLTÜR YOLU

Köstence’den Batum’a, Varna’dan Soçi’ye, Samsun’dan Yalta’ya, Sudak’tan Rize’ye Karadeniz’i çevreleyen onlarca kent bu köklü kültür havuzunun bir parçasıdır. Sebahattin Ali’nin ‘Köstence Güzellik Kraliçesi’ adını taşıyan öyküsü, 20 yüzyılın başlarında Karadeniz kentlerinin arasındaki kültürel ilişkinin etkilerine işaret eder. Rize’den Batum’a, Sinop’tan Kırım’a sürüp giden deniz yolculukları, denizin her iki kıyısındaki dilleri ve kültürleri de karşılıklı olarak taşıyıp durdu. Hemşinli pastacılar da, Trabzonlu yapı ustaları da bu kültürel coğrafyanın iki yakası arasında gidip geldi. Siyasi sınırlar değişse de tarihi ve kültürel coğrafyanın hafızasındaki izler uzun süre canlılığını korudu. Bu canlılık soğuk savaş döneminde kesintiye uğrasa da 1990’lardan sonra bavul ticareti ve ‘Nataşa’ turizmi, son 15-20 yıldır ise ‘bayi toplantısı’ ve eğlence turizmi ile sürüp gidiyor.

TRABZON’DAN ‘ARAPZON’A GİDEN SÜREÇ

Bir zamanlar Karadeniz’in en ilgi çekici kentlerinden biri olan Trabzon’un kent dokusu son yıllarda oluşan Arap ilgisinden dolayı giderek değişmeye başladı. Tiyatroları, sinemaları, yayınladığı edebiyat dergileri ve gazeteleri ile geçmişin ticaret ve kültür merkezi olan Trabzon bugün daha çok zengin Arap turistlerin gönlünü eyleyen bir kent görünümünde. Ortaya çıkan yeni manzarayı eleştirenler tarafından ‘Arapzon’ olarak anılmaya başlanması, Trabzon’daki bu dönüşümün yarattığı hoşnutsuzluğu ortaya koyuyor.

TÜFEKLE YUNUS AVCILIĞI TÜRÜN SONUNU GETİRDİ

Bugün Arapça tabelaların yaygınlaştığı Trabzon’un tarihi, Karadeniz’in tarihiyle paraleldir. Yakın zaman öncesine kadar Karadeniz’de bolca görülen yunuslar, antik dönem sikkelerini süslüyordu. Antik kaynaklarda Karadeniz kentlerindeki balıkçılığın İstanbul’dan çok daha güçlü olduğu vurgulanır. Strabon, Sinop’taki büyük palamut dalyanlarından söz eder. Yunus avcılığı ise bölge için geçmişten bugüne sürüp gelen bir iş olmuş. Ancak son yüzyılda o kadar vahşi bir hale gelmiş ki Trabzon’da tüfeklerle avlanan yunusların sayısı bazı yıllar yüz binin üzerine çıkmış. 1950’li yıllarda Karadeniz’de yağı için avlanan yunus sayısının 150 ila 180 bin arasında değiştiği yer alıyor kaynaklarda. Yunuslardan elde edilen yağ petrol gibi bir tür yakıt olarak kullanılıyordu. Özellikle 19. Yüzyılın başlarından itibaren Trabzon kıyılarında avlanan yunusların yağını çıkaran işletmeler kurulmuş, yunus avcılığı önemli geçim kaynaklarından biri haline gelmişti.

200 MİLYON YILLIK MERSİN BALIKLARI DA YOK OLDU

Aşırı avlanma sadece Türkiye’nin Karadeniz kıyılarında değil, kuzey kıyılarında da yoğundu. Ancak çoğu ülke doğal balık stoklarını korumayı başarabildi. Eti ve havyarı için avlanan mersin balıkları da 1980’lerin sonlarına gelindiğinde trajik biçimde yok oldu. Günümüzde Karadeniz’e dökülen nehirlere mersin balığı bırakılarak türü yeniden canlandırma çabaları olsa da bu çabalar dilek ve temenniden öteye geçemiyor ne yazık ki. İran, Hazar Denizi’nde yetişen mersin balıklarından yılda 11 ton düzeyinde havyar üretmeyi sürdürüyor. Doğal kaynak yönetimi konusunda genellikle kötü bir sınav veren Türkiye son yıllarda kültür balıkçılığına büyük destekler verirken Karadeniz başta olmak üzere doğal üretim alanları olan denizlerin korunmasında gerekli ve yeterli adımları atmakta zorlanıyor. Marmara Denizi’nin müsilaj kusmasının ardından Özel Çevre Koruma Bölgesi ilan edilmesi de bu anlayışın somut bir göstergesi. Denizleri ancak ölüm döşeğindeyken koruma altına almak ‘çevreci’ makyajdan başka bir şey değil.

BALIKÇILIĞIN SİGORTASI KARADENİZ’DE DENİZ KORUMA ALANI YOK

Çocuklarına sıkça Yunus adını koyan bir halkın türün sonunu getirecek düzeydeki avcılığı geçmişte kalsa da Karadeniz’in biyolojik yaşamını tehdit eden sorunlar halen güncelliğini koruyor. Aşırı avlanma ve büyük nehirler aracılığıyla Avrupa, Türkiye ve kuzey kıyılarından taşınan kirlilik, nefes almak için adeta çırpınan Karadeniz’i giderek daha çok boğuyor. Türkiye’nin Karadeniz kıyılarında henüz deniz koruma alanı yok. Giresun’da Görele ve Tirebolu kıyılarındaki kısmi koruma bandı ile Samsun’da Kızılırmak ve Yeşilırmak deltası, Terme sahilindeki Amazon Tabiat Parkı, Sinop’taki Hamsilos Koyu ve Sarıkum bölgesi, Bartın’da ise lav sütunlarının bulunduğu Güzelcehisar sahilini bir kenara bırakırsak Karadeniz’deki kıyılarımızda korunan alan miktarı yok denecek kadar az. Oysa Karadeniz’de 1700 km kıyı uzunluğuna sahip olan Türkiye, Ukrayna’dan (1756) sonra Karadeniz’de en fazla kıyıya sahip ikinci ülke konumunda. Karadeniz’in toplam kıyı uzunluğunun yaklaşık üçte birine sahip olan Türkiye’nin deniz ve kıyı koruma alanlarının bu kadar kadar az oluşu, her türlü kötü kullanıma karşın bu toprağın insanını beslemeyi sürdüren bu kadim denize yapılan en büyük kötülüklerden biridir.

TAHRİBATIN İZLERİ DOĞAL PEYZAJIN ÜZERİNİ ÖRTÜYOR

Karadeniz sadece bir biyolojik yaşam alanı değil, aynı zamanda bir kültürel havzadır. En belirgin türlerden biri olan hamsinin tek başına yarattığı kültürel etki bile Karadeniz’in önemini anlamaya yeter. Bu etki halen çok güçlüdür ve geleceğe de bu şekilde aktarılmayı hak etmektedir. Yeterince kulak verilirse, yıllardır nefes almak için çırpınıp duran Karadeniz’in sessiz çığlığı her yerden duyulacaktır. Samsun kıyılarından, Mert Irmağı’nın ağzından, Yomra’dan, Ünye’den, Rize sahillerinden, Hopa’dan, Sinop’tan…

DENİZİ KORUMAK KARADAN BAŞLAR

Kastamonu’nun sarp kayalıklarla dolu kıyı yamaçlarını saymazsak, İğneada’dan Hopa’ya Karadeniz kıyılarında betonlaşmanın, kıyı dolgularının, aşırı tahribatın ve her türlü yıkıcı uygulamanın yarattığı manzaralar bir uçtan bir uca bu benzersiz doğal peyzajın üzerini yavaş yavaş örtüyor. Oysa denizi korumak karadan başlar. Bugün kıyılarına gökdelenden bozma binalar dikilen Hong-Kong, Dubai özentili Karadeniz kentleri, 19. yüzyılın biblo gibi kentlerinin kalbine saplanan hançerler gibi göz ve yürek tırmalıyor. Giresun Kalesi’nden Giresun sahiline, Boztepe’den Trabzon sahiline, Teleferik’ten Ordu sahiline, Amisos Tepesi’nden Samsun sahiline içiniz burkulmadan bakamıyorsunuz. Bu benzersiz coğrafyanın her yerinde insan eliyle yaratılan yıkımın izleri var. Çağlayarak akan derelerin denizle buluştuğu kıyılar çöplük ve fosseptik çukurlarına dönmüş durumda. Dağında taşında, kıyısında koyağında Danişmentlerin, Şeyh Cüneyt’in, Despina Hatun’un, Güvenç Abdal’ın, Fatih’in, Kanuni’nin izlerini barındıran; Mustafa Kemal’in özgürlük ateşini taşıyan Karadeniz bir yanıyla direniyor, bir yanıyla da yavaş yavaş ölüyor…

ARABİSTAN KIYILARININ TÜRLERİ KARADENİZ’E GELİYOR

Ilgaz’ın, Küre’nin, Köroğlu’nun, Sis Dağı’nın, Kaçkarların, Canik’in dumanlı yamaçları eskisi gibi horona durmuyor artık. Kızılırmak, Yeşilırmak ve Çoruh’un suları kelepçelendikçe eskisi gibi coşkuyla ulaşamıyor denize. Mersin balıkları da yunuslar gibi terk edip gitti Karadeniz’i. Hint Okyanusu’ndan, Kızıldeniz’den göçüp gelen, Akdeniz’i, Marmara’yı aşıp Karadeniz’e ulaşan istilacı türler takılıyor artık birer birer balıkçı ağlarında. Karasal alanda Trabzon’un ‘Arapzon’ olmasına yol açan süreç, denizel alanda da Arabistan kıyılarından gelen türlerin giderek yaygınlaşmasıyla sürüyor. Deniz de karanın kaderini paylaşıyor…

BALIK STOKLARINI İSTİLACI TÜRLERDEN KORUYAMIYORUZ

Yakın tarihimizde, 1980’lerin sonlarında Karadeniz’deki doğal balık stoklarını tehdit eden yabancı türlerden biri de taraklı medüz (Ktenefor) adı verilen bir tür denizanasıydı. Gemilerden basılan balast suyu aracılığı ile geldiği bilinen Atlas Okyanusu kaynaklı taraklı medüz, hamsi başta olmak üzere levrek ve uskumru gibi balık türlerinin azalmalarına yol açmıştı. Canavar olarak anılan etçil bir tür olan taraklı medüz boğazlar yoluyla Ege ve Akdeniz’e kadar ulaşmıştır. Günümüzde de zaman zaman haberlere konu olan türün yarattığı tehditler tümüyle geçmiş değil. Uluslararası sözleşmeler, denizlerimizdeki biyolojik çeşitliliğin korunması için birçok bürokratik ayrıntılar barındırıyor ancak denetimsizlik ve uygulama eksikliği bu konuda sonuç alınmasının önündeki en önemli engeller arasında. Yeterli denetim ve yaptırım uygulansaydı taraklı medüz gibi bir canavarın denizlerimizi tehdit etmesinin önüne geçilebilirdi. Bu konudaki yumuşak karnımız halen güncelliğini koruyor. Bu alanı güçlendiremezsek daha büyük sorunlara da gebe bu koca deniz.

ULUSLARARASI SÖZLEŞMELER KARADENİZ’İ KORUMAYA YETER Mİ?

Karadeniz çoğu zaman ihmal edilen bir doğal mirasımız. Sadece bizim için değil, Karadeniz’i çevreleyen Bulgaristan, Romanya, Ukrayna, Rusya ve Gürcistan gibi ülkeler için de bu böyle. Her yıl 31 Ekim günü Uluslararası Karadeniz Günü olarak anılıyor. 1996’da alınan kararla 31 Ekim Karadeniz’in korunması için farkındalık yaratmak amacıyla etkinlik günü olarak seçildi. Keşke 31 Ekim’i Karadeniz için bir anma günü değil, şenlikli bir kutlamaya sahne kılabilseydik. Türkiye’nin de dâhil olduğu, Karadeniz’e kıyısı olan ülkeler tarafından 1992’de imzalanan Bükreş Sözleşmesi kapsamında taraf olduğumuz uluslararası protokolleri anımsayınca; yukarıda özetlenen iç burkucu tablonun nedenleri de anlaşılıyor: “Karadeniz Deniz Çevresinin Kara Kökenli Kaynaklardan Kirlenmeye Karşı Korunmasına Dair Protokol, Karadeniz Deniz Çevresinin Petrol ve Diğer Zararlı Maddelerle Kirlenmesine Karşı Acil Durumlarda Yapılacak İşbirliğine Dair Protokol, Karadeniz Deniz Çevresinin Boşaltmalar Nedeniyle Kirlenmesinin Önlenmesine İlişkin Protokol, Karadeniz’de Biyolojik Çeşitliliğin ve Peyzajın Korunması Protokolü.”

DAİMİ SEKRETERYAYA TÜRKİYE’DE ANCAK YETERİNCE BİLİNMİYOR

İmzaladığımız onca protokol var ancak Karadeniz bu bürokrasi bolluğu içinde hala nefes almak için çırpınıyor. Bükreş Sözleşmesi’nin icra organı niteliğinde olan Karadeniz’in Kirliliğe Karşı Korunması Komisyonu’nun daimi sekretaryasına Türkiye ev sahipliği yapıyor. Sekretaryanın merkezi İstanbul Sarıyer’deki DKMP 1. Bölge Müdürlüğü binasında yer alıyor. Daimi Sekretarya’nın İcra Direktörü Prof. Dr. Halil İbrahim Sur. Kirlilik İzleme ve Değerlendirme Görevlisi ise Irina Makarenko. Ancak denizel koruma konusunda adeta yangında ilk kurtarılacak alanlardan biri olan Karadeniz’in korunması için oluşturulan daimi sekretaryanın Türkiye’deki varlığı ve faaliyetleri kamuoyu tarafından yeterince bilinmiyor ve tanınmıyor.

VATANDAŞ BİLİMİ ÇALIŞMALARIN ARTMASI ÖNEMLİ

Karadeniz kıyıları boyunca gönüllü ya da profesyonel olarak koruma faaliyetlerine katılmak, proje geliştirmek ve aktif rol almak isteyen sıradan vatandaşlar ya da sivil toplum temsilcileri ile akademisyenler için bu tür uluslararası kuruluşların daha çok görünür olması, daha çok vatandaş bilimi temelli çalışmalar yürütmesi önemli. Bu çalışmaları anaokulundan üniversiteye, eğitimin de bir parçası haline getirilmesi gerekiyor. Kıyısında yaşadığı denize yabancılaşan bir bireyin balığı sadece tavada ya da ızgarada görmesinin önüne başka türlü geçemeyiz. Çünkü Karadeniz sadece bir deniz değil. Çevresinde yaşayan 160 milyon insan için kimliğinin önemli bir parçası. Bu, Türkiye için çok daha belirleyici bir etki.

HAMSİLER DE FOTOĞRAFLARDA KALMASIN

Ulusal mevzuat ve uluslararası sözleşmeler ile bunların zorunlu bürokratik işleyişine odaklanmanın denizel ve karasal alanların korunmasında tek başına yeterli olmadığı yıllardır acı biçimde öğrendik. Örneğin Ramsar sözleşmesi kapsamında Ramsar alanı ilan ettiğimiz bazı sulak alanlar bugün ya kurudu, ya da kuruma tehdidi ile karşı karşıya. Bu nedenle ilgili her kamu kuruluşu, akademik kurumlar ve sivil toplum kuruluşlarının çalışmalarının en azından belirli bir kısmını vatandaş bilimi alanında yoğunlaştırması önemli. Bu tür çalışmaları siyasetin etkisinden de uzak tutarak, siyaset üstü ve yaşamsal bir konu olarak tüm toplumun ortak meselesi haline getirmek zorundayız. Bu, yeri geldiğinde bir yaşam seferberliğine dönüşebilmeli. Bu bilinç ve çabayla Karadeniz’in geçmişteki bolluk ve bereketini kısa sürede geri getiremeyiz ancak gelecekte daha uzun süre nefes almasını sağlayabiliriz. Aksi halde tıpkı mersin balıkları ve yunuslar gibi hamsiler de nesli tükenme tehdidi altındaki türler arasına girecek ve yalnızca fotoğraflarıyla avunur hale geleceğiz. Yakın geçmişte yaşanan ‘taraklı medüz’ gibi tehditler bu ihtimalin çok da uzak olmadığını anımsatıyor bize…

KAYNAK:YUSUF YAVUZ
Bu Yazıyı Paylaşın