Bizleri biz yapan unsurlar söz konusu olduğunda, genellikle ilk akla gelen anılar olur. Geçip giden zamanın bedende yarattığı fiziksel etkilerin yanı sıra, kişinin şimdiki benliği ile gelmiş geçmiş tüm benlikleri arasında bir bağlantı kurmasını sağlayan tek unsur belki de anılardır. Anılar olmaksızın, kişinin bildikleri, beğenileri ve başından geçen onca serüvenin bir anlamı olmayacağı gibi, ilişkilerinin de bir anlam taşıması olanaksız olurdu. Kısacası, kişinin özünü anıların oluşturduğunu söylemek hiç de abartılı olmaz.
Bu gerçeklik doğrultusunda, giderek gelişen sinirbilim alanındaki çalışmaların büyük bir bölümünün anıyı oluşturan unsurlara ve anıların bellekte nasıl tutulduklarına yöneltilmesi hiç de şaşırtıcı olmasa gerek.
Elde edilen yeni bulgular ışığında ortaya atılan en ilginç görüşlerden biri belki de belleğin karanlık yüzünün-unutmanın- yeniden gözden geçirilmesi gerektiğiydi.
Sevgiyle bağlı olduğumuz anılar kafamızdan uçup gittiğinde, ya da yapmamız gereken önemli bir işi unuttuğumuzda öncelikle belleğimizin güçten düştüğü kaygısına kapılırız. Gelgelelim, elde edilen son bulgular belleği kusursuz ya da kusurlu olarak değerlendirmenin yanlış olduğunu ortaya koyuyor.
Tam tersine, bulgular anıların işlenip şekillenebileceğine ve bunun da çok haklı bir nedene dayandığına işaret ediyor. Anılar beynin bir köşesinde var olmak yerine, kişiler tarafından kendilerine özgü biçimlerde sıfırdan var edilirler. Uyku sırasında beyin anıları özenle elden geçirip onları en yararlı biçimlerine dönüştürür. İnsanların neleri nasıl anımsadıklarında ve dahası tümden yeni anılar yaratabilmelerinde teknoloji de etkili olur.
Unutma konusuna gelince, son derece sinir bozucu bir durum olabileceği gibi, onsuz bir yaşamın çekilmez olacağı da bir gerçek. Çünkü anı-görüldüğü kadarıyla-kişinin geçmişi her anımsadığında yarattığı ve yaşamını sürdürmesine yardımcı olmak üzere incelikle tasarlanmış olan bir yanılsamadan ibaret.