Hane Yanarken Büyüme Türküsü Söylemek

Ülkenin geldiği yerin özeti bakımından şu çok ilginç: Normal bir ülkede kamu otoriteleri bankaların alabileceği riskler konusunda düzenleme yapar ve yeri geldiğinde uyarır. Türkiye’de ise bankalar ilgili bakanı, düzenleyici otoriteler konusunda uyarıyor. Bu otoritelerin sistemik risk sınırına doğru ittiğinden yakınıyor.

Normal bir ülkede, yasasında enflasyon ve istihdam görevi olan merkez bankaları enflasyonu öncelerken, bizde birincil görevi olan fiyat istikrarı ile çelişmemek kaydıyla büyümeyi ve istihdamı ikincil planda tutan bir görevi olan merkez bankasının enflasyonu patlattığı gibi hala büyüme türküsü söylemesi topluma bilerek yapılan bir kötülük.

Enflasyonun hane halkını kavurup satın alma gücünü duman ettiği bir tabloda, bunun müsebbibi Merkez Bankası yönetimi çıkıp da Enflasyon Raporu açıklayacağı toplantıda uzun uzun büyüme güzellemesi yaparsa söylenecek söz kalmamıştır.

Geçen hafta Enflasyon Raporu’nu açıklayan Merkez Bankası Başkanı Şahap Kavcıoğlu’nun enflasyonla ilgili ne diyeceği ekonomik birimlerce merak edilmiyordu artık. Merak edilen, sadece daha ne kadar kötüye götürebileceği idi.

Yüzde 19’daki enflasyonu faiz indirimleriyle tam bir yıl sonra yüzde 83.5’e patlatıp, bu seviyede bile faiz indirip, daha da indireceğini ilan eden bir Merkez Bankası yönetimi sadece bununla kalmıyor, kredi faizlerinin de devlet tahvili faizlerinin de kendi faizine yaklaştırmak için zoraki yöntemler uyguluyor.

“Ne var bunda?” diyenlerin parasal varlıklarını enflasyonun 6-7’de biri faizlerden o varlıklara yatırmayacaklarına da hiç şüphem yok.

Enkaz gelecek iktidara

Şöyle bir sorun var; bankalar, kendi müşterilerinin yaptığı tercihleri değiştirmeleri için baskı altına alınıyor. Somut durum şöyle; bankalar, kendilerindeki TL mevduatların ağırlığının döviz hesaplarından daha yüksek tutulması için zorlanıyor. Olmazsa eğer, uzun vadeli tahvil tutmak zorunda olacaklar. Yani bireyler ve şirketler döviz tutmaya devam ederlerse bankalar da müşterilerinin tercihlerini değiştirmek için ‘bir şey yapmazlarsa’ yüzde 12’lik faizlerle 10 yıllık tahvilleri alarak ellerinde tutacaklar. Bu saçma politikalar ortadan kalktığında ise kallavi bir zarar yazacaklar.

Serbest piyasa diye bir şey kalmadı. “Makro ihtiyati tedbir” adı altında dayatılan da ‘düzenleme’ değil.

Bankalar bir süredir müşterilerini KKM hesaplarına kaymaları için teşvik ediyor. Döviz hesaplarına Fed faizinin bile yarısından azını teklif ediyor.  Dövizler sistem dışına çıktığında çok geç olacak.

Bankalar, bu uydurma politika devreye alındıktan sonra devasa bir kâr yazmaya başlamışlardı. Ancak bu kârlar, politikalar normale döndüğünde derin zararlarla eriyip gidecek. Hatta bankalar sermaye kaybı ile bu işten çıkacaklar.

Geçmişte yüksek faiz sevicisi ve “faiz lobisi” olarak işaret edilen bankacılık sektörü, bu düşük faizli uydurma para ve ekonomi politikası ile devasa kârlar edince, ‘madem size kâr ettirdik, zarara da eritilmesine de biz karar veririz’ kafası iş başında.

Nitekim bu durumu anlatmak için gittikleri Bakan Nureddin Nebati uzun uzun dinleyip not almış.  BDDK Başkanı da seyretmiş.

Bankacılar, bu sistemik risk oluşturduğunu düşündükleri politikanın potansiyel sonuçlarını anlatmışlar.

Bir süredir Bakan Nebati ile Merkez Bankası Başkanı Kavcıoğlu arasındaki gerginlik, Ankara kulislerinde anlatılıyor. Bu ziyaret de böyle bir gerçekliğe işaret ediyor.

Saray’ın aferinini almak için kendini göstermek isterken ekonomide hasarlar yaratanlar, yollar çatallaştıkça birbirilerine düşmanlaşıyor.

İşin doğrusu, Ankara’da bu sorunu yaratanlar da sorunun farkında olanlar da aynı çizgide; zira seçime kadar duvara toslamadan ‘ayakta kalmak’, sonrasında da seçimi kazanırlarsa halının altına süpürmeye devam edileceğinin, seçimi kaybederlerse gelen iktidara enkaz bırakacaklarının da farkındalar.

Bu politikanın hanelerinde bireysel tasarruflarını, şirketlerde de sermayelerini eriteceğini anlayan geniş bir kesim TL’den kaçıyor.

‘TL’den kaçanı sopayla durdurun’

Kâh döviz alarak, kâh KKM hesaplarına girerek, kâh döviz yükümlülüklerini azaltarak.

Son 1 yılda, döviz ve KKM gibi döviz endeksli hesapların toplamındaki artış 60 milyar dolara yakın. Bankacılık kesiminde kapatılan döviz kredilerinin miktarı ise 35 milyar dolar.

‘Faizi tek haneye düşürüp’ ama gerisini halı altına süpüren, günü birlik müdahalelerle ‘sorun yokmuş’ gibi vitrin süsleyen; bankaları ve şirketleri abluka altına alıp dövizde örtülü bir sermaye kontrolü yürüten, ekonomide kredi akışlarını kelepçeleyen bir grup bürokrat ve teknisyen aslında müthiş bir çaresizlik içinde.

İşte bu sürüklenişi durdurmak için uydurulan yöntemlere ‘liralaşma’ diye kara mizah ürünü bir ad da verildi.

Son 1 yılda azaltılan 35 milyar dolarlık döviz kredileri neyle kapatıldı dersiniz? Tabii ki açılan TL kredilerle. Aynı dönemde TL kredilerdeki artış 1.8 trilyon, bunun yüzde 41’i ile döviz kredileri kapatılmış. Aslında şirketler TL’den kaçıp yani borçlanarak döviz yükümlülüklerini kapatmış.

Ama sorarsanız “reel kesime üretim için kredi verdik vs.” nutukları havada yankılanıyor.

Başka ülkede olsa eğlenceli olurdu; Reuters’ın haberine göre Merkez Bankası, bankalara 25 Ekim tarihinde yazı göndererek, son dönemde firmaların TL cinsi kredi ile yabancı para cinsi kredilerini erken kapattığına dikkat çekip “bu konuda tedbir alınması gerektiği” konusunda uyarmış.

Yani ‘liralaşmanın’ anahtarlarından biri de döviz borçlanmak, bu döviz borcunu tutmak, yükümlülük dolarizasyonu imiş.

Sadece faizlerin düşürülmesi değil, bankaların dikte edilen faizlerle kredi vermeye zorlanması, müşterilerini döviz bozdurmaya zorlayacak ‘makro ihtiyati tedbir’ ambalajı içinde sıkıştırılmaları, düşük faizle uzun vadeli devlet tahvili almaya zorlanmaları aslında politika yapıcıların kifayetsizliğini bir sonucu.

Bankacıların bu uydurma ve karmakarışık zorlamalardan yakınmak için Bakan Nebati’ye gittiklerinin ertesinde, Enflasyon Raporu sunan Merkez Bankası Başkanı Kavcıoğlu bankacıların yakındığı durumla ilgili ne diyordu? “Şu an bankacılık sektörünü herhangi bir sistemik, likidite, operasyonel veya faiz riski anlamında çok yakından takip ediyoruz”.

Haftalık repoyla Merkez Bankası’ndan, bir ayı bulan vadelerle mevduat müşterisinden borçlanan bankaların, enflasyonun 6-7’da biri faizle 10 yıllık tahvil alması bilançolarda herhangi bir anda sert erimeler yaratır, sermayelerini eritir. Bunun yaratacağı sonuçlar, “bugün izleyerek” kontrol edilemez. İktisatçı Rudiger Dornbusch’un söylediği gibi, krizlerin gelmesi düşünüldüğünden çok uzun zaman alır, olduğunda ise çok kısa sürede gerçekleşir.

Kavcıoğlu’nun ne sabit menkul tutma zorunluluğunun ne de enflasyonun risk yaratmadığını söyleyerek, özellikle bankacılık sektöründe risk olmadığını ve bunun konuşulmasını da doğru bulmadığını söylemesi, bilgisizlik değilse gerçeklikten uzak bir duruş.

Daha ötesi, “Biz 100 yılı planlarken Türkiye’nin 10 yıllık senedini, 5 yıllık tahvilini almakta kimse endişe etmesin. Hazinenin 20 yıllık borçlanmaya çıkması gerektiğini düşünüyorum” diyerek, bir merkez bankacı değil, siyasi bir kayyım portresi çiziyor. Tam da bankaların tahvil almaya zorlandıkları için yakındıklarının ertesinde.

Hele ki para ya da bankacılık otoritesinin, gözetim ve denetiminden sorumlu oldukları kurumları risk altına sokmaya çalışmaları akıl alır gibi değil.

Bu itirazı ilgili bakana kayda geçiren bankalar, potansiyel bir zararı bu riskleri almaya zorlayan bürokratları ileride, ‘devir değiştiğinde’ dava ederlerse hiç şaşırmam.

Türkiye’nin, Cumhuriyet’in ikinci yüzyılına girerken, yeni sayfasında neyi yapmayacağı artık çok belli; toplumu yoksullaştıran, güveni yok eden kuralsızlığı yok etmek, hukukunu ve parasını siyasi amigolara teslim etmemektir.

KAYNAK:UĞUR GÜRSES
Bu Yazıyı Paylaşın