Denizli Sarayköydeki Jeotermal sondaj kuyusu patlaması bu acı gerçeği bir kez daha hatırlattı…
Anadolu coğrafyası, üç iklim tipinin hakim olduğu benzersiz bir yaşam alanı. Tek başına kıta özelliği taşıyan bu coğrafyanın zengin biyolojik çeşitliliği, binlerce yıldır insanlığın yarattığı kültür ve uygarlığı besledi.
Ülkenin en soğuk kentlerinden biri olan Ardahan’ın yanı başındaki Iğdır Ovasında pamuk, dağlarında buzul gölleri barındıran Rize’de çay, Antalya’nın dağlarla çevrili Akseki’sinde zeytin ile sedir ağacı aynı yükseltide yetişiyor…
Bu benzersiz çeşitlilik patlaması kültürel olarak da aynı şekilde sürüp gelmiş…
Ancak bu coğrafyanın ayrıcalıklı yanı olan doğası son çeyrek yüzyılda parçalandı, un ufak edildi. Artık bu yıkım süreci coğrafyayı tamamen yutma aşamasında…
Karadeniz’in dereleri HES’ler uğruna, Torosların yayla ve ormanları mermer uğruna, Kaz Dağı çevresi, Murat Dağı, Yukarı Fırat Havzası altın uğruna; uygarlıklar yaratan Dicle, Çoruh, Fırat barajlarla, Menderes, Sakarya ve Porsuk sanayi ve ağır tarımsal zehirlerle boğuldu…
Ege’nin dillere destan verimli ovalarına geldi sıra. Son yıllarda bu bölgedeki jeotermal kaynaklara yönelik enerji üretimi amaçlı saldırılar öylesine hızlandı ki, antik çağda sağlık tanrısı Asklepios’un adıyla kutsanarak şifa merkezleri oluşturulan, Asklepion’lar kurulan, insanlığa şifa ve enerji veren bu Ege’nin jeotermal suları bugün artık insanın da doğanın da enerjisini yok etmek üzere kullanılıyor. Üstelik de “enerji üretmek” bahanesiyle…
Denizli-Aydın-İzmir hattındaki coğrafyada verimli tarım alanlarının, yerleşimlerin ortasında birbiri ardına açılan Jeotermal Enerji Santralları (JES), büyük bir arazi parçalanmasına ve tahribata yol açıyor. Özellikle Aydın çevresinde bu yıkım çok daha belirgin.
Nazilli, Buharkent, Atça…
Verimli ovaların ortasında kurulan JES’lerin metalik boruları yüzlerce metre inişli çıkışlı uzanarak medeniyetin ateş kusan ejderhaları gibi suyun ve toprağın bereketinin üstünde coğrafyayı işgal etmiş canavar ikonları gibiler. Binlerce parmağıyla göğe el açıp yakaran incir ağaçları ve ovayı şenlendiren zeytin ağaçlarının arasında kıvrılarak yaşamı boğan dev yılanlar gibiler…
Türkiye’de her dönem yatırımcının talebi ve idarenin keyfiyetiyle günü kurtarmak için delinen bölge ve alt ölçekli planların ötesinde, ülke ölçeğinde “bütüncül arazi planlaması” yapılarak her faaliyetin yerli yerinde yapılması sağlanmalı. Nerede tarım, nerede madencilik yapılır, enerji nerede üretilir, neresi su havzası olarak korunmalı, nerede sanayi üretimi yapılabilir, neresi orman, neresi korunan alan, bütün bunlar kesin şekilde belirlenerek her fırsatta delinmesine izin verilmemeli. Aksi halde elimizde bütüncül bir coğrafya kalmayacak.
Bugün bir avuç yandaş yatırımcıyı zengin etme uğruna bu toprakların tüm canlarının yaşam kaynağını yok etmenin adı enerji üretimi değil, olsa olsa yaşamın tüm enerjisini çalmak olur. Toprağın giderek artan yorgunluğu ve solan ışığı bize bunu anlatıyor. Bir zamanlar tanrısal özellikler atfedilen Anadolu coğrafyasının toprağı, suyu ve dağları gözlerimizin önünde silikleşiyor.
Yitirdiğimiz asıl enerji budur…