Altına hücum döneminin yaşandığı Türkiye’de vahşi madencilik bir avuç şirketi zengin ederken kırsal yoksulluğu tetikliyor. Bu gerçeğin farkında olan Tokat Günçalı köylüleri yaklaşık 50 bin dekarlık alanda maden arama izni verilen bölgedeki madencilik girişimine karşı 27 Haziran’da seslerini yükseltiyor…
Türkiye son yıllarda vahşi madenciliğin kıskacında. Yerli ve yabancı şirketler, adeta altına hücum dönemini andıran bir yoğunlukta ülkenin dört bir yanında Bakanlığın izin verdiği sahalarda ‘değerli maden’ arıyor. Yeterli rezerv bulan şirketler ise üçüncü dünya ülkelerinde bile görülmeyen bir özensizlikle ve çevreyi, insanı, doğayı hiçe sayarak siyanürlü maden işletmeleri açıyor. Artvin, Bergama, Uşak, Kütahya, Ordu, Erzincan gibi birçok kentte siyanürlü madenciliğin yarattığı çevre ve halk sağlığı sorunları gündemden düşmüyor. Küresel maden tröstleri kendi ülkelerinde yapamayacağı kötülüğü kolaylıkla Anadolu topraklarında yapabiliyorlar.
‘YER KABUĞUNDA VE SUYUN İÇİNDE NE VARSA PARAYA ÇEVİRELİM’
2004 yılında değiştirilen ve korumacı maddeleri budanarak şirketler lehine çevrilen maden yasasında ilerleyen yıllarda başka değişiklikler de getirilerek Türkiye adeta açık ülke haline dönüştürüldü. Değiştirilen yasanın 2. Maddesinde yer verilen şu ifadeler, aslında durumu özetlemeye yetiyor: “Yer kabuğunda ve su kaynaklarında tabii olarak bulunan, ekonomik ve ticarî değeri olan petrol, doğal gaz, jeotermal ve su kaynakları dışında kalan her türlü madde bu Kanuna göre madendir…”*
HEPİMİZİN OLAN MADENLER SADECE BİR AVUÇ ŞİRKETE VERİLİYOR
Yasanın 2. Maddesi, özetle “para eden her şey madendir” diyerek bunu çıkarıp paraya çevirmeyi de hak olarak görüyor. Madenler elbette kıymetlidir ve tüm ulusun ortak varlığı, zenginliğidir ancak bunu çıkarmak için yalnızca birkaç şirketin çıkarını değil, öncelikle doğayı ve tüm halkın ortak çıkarını düşünmek, bu yönde politikalar geliştirmek gerekir. Ancak uygulama pek de öyle olmuyor. Son yıllarda inşaat, enerji ve madencilik gibi sektörler daha çok iktidara yakın olan ve karşılıklı biçimde birbirini besleyen bir ilişkiye dönüşen ve kamuoyunda ‘yandaş’ olarak anılan şirketlerin ağırlıklı iştigal alanına dönüştü. Geçmişte madencilik ya da enerji alanında hiçbir yatırımı ya da tecrübesi olmayan birçok şirket, iktidarın sağladığı olanaklarla bu alanlara yöneldi ve sonuçta Türkiye’nin dört bir yanında vahşi bir yıkım ortaya çıkmaya başladı.
ACELE EL KOYMA YASASIYLA GELEN YURTSUZLAŞTIRMA
Binlerce yıldır bulundukları bölgedeki halka yaşam olanağı sağlayan yaylalar, nehir vadileri, meralar, tarım alanları ve ormanlar birer birer yaşanmaz hale getirildi. Bir tür yurtsuzlaşma anlamına gelen bu uygulamalara bir de ‘acele kamulaştırma’ gibi mülkiyet hakkını göz ardı eden el koyma uygulaması eklendi. Bir sabah uyandığınızda atalarınızdan kalma onlarca dönüm toprağa enerji ya da madencilik için el konulduğunu, biçilen fiyatın bankaya yatırıldığını öğrenebilirsiniz. Bu durum, son 10 yılın rutinlerinden biri haline geldi. Resmi Gazete sıklıkla bu tür kararlar yayınlıyor. Yüzlerce, binlerce parsel araziye tek bir kararla yıkım projeleri için el konulabiliyor. Geçmişte acele kamulaştırma kararları yalnızca ülke savunması ya da güvenlik açısından zaruri durumlarda uygulanabilen olağanüstü bir kamulaştırma yöntemiydi, günümüzde ise olağan bir uygulama halini aldı.
ÜZERİNDE HAYAL KURULABİLECEK BİR COĞRAFYA KALMAYACAK
Türkiye’nin birçok kentinde bunun yarattığı mağduriyetler, davalar ve kamu-halk arasında güven kırıcı sorunlar ortaya çıkıyor. Bu süreçte taraflar yok, adeta tek bir taraf var ve kamu otoritesi aldığı kararları tek yanlı olarak dayatarak her geçen gün yeni mağduriyetlerin yaşanmasına neden oluyor. Sonuç olarak yerli ve yabancı dev şirketlerin lehine yaşanan bu süreçte tüm halkın ortak varlığı olan doğal miras, doğal olmayan yollarla ve yine kamu eliyle hazırlanan yasal altlıklarla bir avuç şirketin zenginleşmesi için kullanılıyor. Siyasi irade üzerinde lobicilik yoluyla baskı kurabilen bu sektörde acilen kamucu politikaları hayata geçirecek düzenlemeler yapılmadığı takdirde; seçimlerin hemen ardından iyice hızlanan bu altına hücum döneminden geriye üzerinde hayal kurulabilecek bir coğrafya kalmayacak.
TOKAT GÜNÇALI KÖYÜNDEN YÜKSELEN İSYANA KULAK VERDİK
Son günlerde vahşi madenciliğin ayak seslerinin duyulduğu kentlerden biri de Tokat oldu. Tokat’ın merkeze bağlı Günçalı köyü ve çevresinde birbiri ardına verilen değerli maden arama ruhsatları yöre halkının kâbusu haline geldi. Geçtiğimiz Mayıs ayında Günçalı köyünde sondaj çalışması yapılmak istenmesi üzerine ortaya çıkan madencilik girişiminin ardından köy halkı bir araya gelerek geleceklerini etkileyecek girişime karşı hukuki mücadele başlatma kararı aldı.
MADENCİ KUŞATMASI ALTINDAKİ KÖY
Ancak geçtiğimiz günlerde mevcut maden ruhsatına bir yenisinin daha eklendiği ortaya çıktı. Köylüler, Günçalı dâhil çevredeki pek çok köyü etkileyecek olan ruhsat sahalarının toplam büyüklüğünün 50 bin dekarı bulduğunu belirtiyor. Altın, gümüş, bakır, bor ve benzeri madenlerden oluşan 100 civarında mineral değerli maden kategorisinde değerlendiriliyor. Eğer bu bölgede kayda değer bir rezerv bulunursa, Günçalı halkının kutsalı olan ve tek bir kuru dalına bile zarar vermedikleri Çal Baba ormanındaki anıtsal ardıç, çam ve meşe ağaçları yok olma riskiyle karşı karşıya kalacak.
ÇAL BABA ORMANININ KOYNUNDA BULUŞACAKLAR
Bu amaçla Günçalı köylüleri 27 Haziran’da Çal Baba ormanının koynunda büyük bir dayanışma buluşması yapacaklarını duyurdu. Her yıl burada gerçekleşen Çal Baba etkinliğinin bu yıl ayrı bir anlamı olacak yöre halkı için. Coğrafyanın, inancın, kültürün ve bütün bunların belirlediği yaşamın korunması için civar köylerle hep birlikte dayanışma içinde olacaklar. Tıpkı Çal Baba ormanında kökleri ve gövdeleriyle birbirine karışmış olan ardıç ve meşe ağacının dayanışması gibi.
KİRLENMEMİŞ TOPRAKLAR YAŞAM İÇİN DİRENİYOR
Geçtiğimiz hafta vahşi madenciliğin hedefindeki Günçalı köyünü ziyaret ettik. Köy kahvesinde genç-yaşlı köylülerle buluştuk. Dağları, yaylaları gezdik, çobanlarla, çiftçilerle konuştuk. Günçalı ve çevresi yüksek Anadolu yaylalarının başladığı bölgede, zengin su kaynaklarının bulunduğu bir coğrafyada. Tokat-Sivas arasındaki eski ticaret ve kervan yollarının üzerinde, birçok kültüre ev sahipliği yapmış bir yerleşim. Haziran ayında olmamıza rağmen alış gibi bazı yabani meyvelerin halen yeni çiçekleniyor olması dikkat çekiyor. Bu mevsim biyoçeşitlilik açısından gözlem yapabilmek için ideal. Özellikle yüksek kesimlerde kirlenmemiş su kaynakları ve tarım toprakları var. Bunun yanında bitkisinden böceğine, arısından kuşuna zengin biyoçeşitlilik bölgenin ideal bir yaşam alanı olduğuna işaret ediyor.
YAŞAMIN YÜKÜ DE İSYAN DA KADINLARIN OMUZUNDA
Büyük kentlerde yaşayan köylüler de bu gerçeğin farkındalar ve yavaş vayaş tersine bir göç başlamış. Geleneksel mimariyi yansıtan evlerin sıralı olduğu eski sokakların yanında yeni evler de dikkat çekiyor. Dayanışma ve imece kültürünün halen çok güçlü olduğu Günçalı’da kadınlar çok daha heyecanlı. Toprağın, tohumun, suyun ve ekmeğin kıymetini en iyi onlar biliyor çünkü. Köyün sırtlarında bulunan ve Ziyaret olarak anılan bölgede civar köylerden gelen halk madencilik girişimine karşı seslerini duyurmak için buluşuyor.
ATA TOPRAĞINDA GELECEK HAYALİ KURANLAR
Kırkikindi yağmurlarının ıslattığı yemyeşil yaylada kadınların halkı tepkileri yankılanıyor. Bazılarının öfkesi daha yüksek, gelecek düşleri kurup bütün birikimlerini harcayarak köye ev yapan aileler var. Yaşamını ata toprağında, huzurla ve özlem gidererek sürdürmek isteyenler çoğunlukta.
MADIMAK BU YÖREDE HER ŞEY
Çiçeğe durmuş bir alıç ağacının altında madımak toplayan kadınlara rastlıyoruz. Kuzukulağıgillerden yayılıcı bir bitki olan madımak, tıpkı Sivas coğrafyası gibi Tokat’ta da yerel kimliğin önemli bir parçası. İnsanın içinde yaşadığı coğrafyanın değerleriyle iç içe yarattığı, ruhsal köklere işlemiş bir kültür bu. Büyük bir ustalıkla madımak toplayan kadınlardan Altun Sakınmaz’la konuşuyoruz.
‘HER SENE İSTANBUL’DAN MADIMAK TOPLAMAK İÇİN GELİYORUM’
Madımak toplamak için İstanbul’dan geldiğini söyleyen Altun Sakınmaz, bir yandan elindeki maket bıçağı ile madımak keserken bir yandan da sorularımızı yanıtlıyor: “Ben her sene buraya geliyorum, madımak ve kuşburnu topluyorum. Torunlar büyüdü artık, onları bırakıp gelebiliyorum buraya madımak toplamaya. Madımağı topladıktan sonra yıkayıp dövüyoruz. Pişiriyoruz ya da dolaba koyup kışın yiyoruz. Madımak yemediğim zaman kendimi eksik hissederim. Ispanaktan daha güzel geliyor bana. Benim çocukluğum bu yaylada geçti. Eskiden davarımız çoktu. Sadece madımak için değil, her şeyimiz için burada madencilik istemiyoruz. Bir avuç toprağı bir avuç altına değişmem. Ben istemiyorum, bütün köylülerimiz madenciliğe karşı.”
BİR YANDAN DON, BİR YANDAN KEFEN BİÇMEK
Günçalı’nın eteklerinden başlayan Çamlıbel Ovası, Tokat’ın önemli üretim alanlarından biri. Ovanın etrafındaki köyler, bu verimli toprakları bir yer sofrası gibi dizlerinin üzerine çekmişler ve bereketini bölüşüyorlar. Ovanın bereketini artırmak için DSİ eliyle sulama göletleri inşa edilmiş. Ancak bir yandan don biçilirken bir yandan da madencilik ruhsatı verilerek yöre halkına adeta kefen biçilmesi ülkenin enerji ve madencilikteki yaman çelişkisinin işareti gibi.
ÇAMLIBEL OVASINI BEKLEYEN TEHLİKE
Çamlıbel Ovasını yukarıdan gören Çal Baba ormanı yolunda Günçalı köyünün bir öndeki dernek Başkanı Abidin Bakır, ovanın ve suyun önemine değiniyor: “Buradaki su toplama havzalarının birleştiği baraj, 25-26 köyün sulama barajı olarak kullanılıyor. Ovada şeker pancarı, mısır, buğday ve arpa üretiliyor. Daha aşağılarda meyvecilik de yaygın. Burası Çamlıbel Ovası diye biliniyor. Madencilik başlarsa tüm ova mahvolur. Bütün yöre köylüleri olarak bu projeye karşıyız. Burada ayrıca hayvancılık da var. Buralar bütün mera alanı.”
BU COĞRAFYANIN BAHADIRLARI TÜKENMEZ
Günçalı köyünde maden arama ruhsatı verildiğinin ortaya çıkmasını ardından büyük bir özveriyle yerel halkı bir araya getirmeye çalışan Bahadır Sarıyaprak, en çok da çocukluğunun geçtiği el değmemiş coğrafyanın tahrip edilmesinden endişeli. Köyün vahşi madencilikle yok edilmemesi için gece gündüz çaba harcayan Sarıyaprak, köy halkının eli ayağı olmuş. Çocukluğunda hayal kurduğu kayalığın üzerine oturup duygularını şöyle anlatıyor: “Bu bölgenin doğası yok edilmek isteniyor. DSİ’ye ait barajımız hemen maden sahasının altında yer alıyor. Burada oluşabilecek kirlilik bu baraja karışacak. Aynı şekilde birçok noktada sondaj yapılacak. Köyümüze ait ormanımız yok olacak. Ben 6 yaşımdan itibaren bu köyde, bu doğada büyümüş, çobanlık yapmış, tarlada çalıştım, bu dağlarda dolaşmış biriyim. Bu doğayı kimseye teslim etmeyeceğiz. Bu dağlar, bu kayalar benim çocukluğumun geçtiği hayallerimin başladığı yerler. Buralarda çobanlık yaptık, hayaller kurduk. Ben hep hayvanlarımızı otlatırken buraya otururdum, hem onları rahat görürdüm, hem de hayaller kurardım. Acaba 20-30 yıl sonra neler olacak diye düşünürdüm. Şimdi 30 yıl sonra yine aynı yerde, hayallerimin başladığı noktadayım. Bu güzel doğamızın yok olacağını, maden talanının başlayacağını hiç düşünmüyordum. Çünkü o zamanki hayallerimiz saf, temiz ve güzel duygularla doluydu. Gene aynı duygularla doluyuz. Doğamıza arazilerimize bu güzel değerlere ve hayalimize sahip çıkıyoruz.”
ALİ YAYLASINDA TİFTİK KEÇİSİ GÖRMEK UMUT VERİCİ
Bu bölgede hala geleneksel hayvancılıkta ısrar eden çobanlara rastlıyoruz. Bunlardan biri de Günçalı’ya komşu olan Ali Köylü Çoban Murat Kablan. Halk “Alı yaylası” diye anıyor bu yaylayı. Suyu, otu bol, adeta el değmemiş topraklar izlenimi uyandırıyor. Murat Kablan’ın koyunlarının arasında bir iki tane de tiftik keçisi görünce heyecanım artıyor. Bir zamanlar Anadolu’nun kalbinde büyük bir tiftik üretimi vardı ve Ankara merkezli olmak üzere Bolu, Kastamonu, Kırıkkale, Çankırı, Çorum, Tokat ve Amasya’ya kadar uzanan geniş bir alanda yetiştirilen tiftik keçisi büyük bir ihraç ürünüydü. Ankara’nın ünlü hanlarının duvarları tiftik tüccarlarının, üreticilerin ve alıcıların seslerine tanıklık etmiştir. Osmanlı Ankara’sı tiftikte tüm Avrupa için bir tekel konumundaydı. Ne yazık ki İngilizler eliyle önce Güney Amerika, ardından da Avustralya ve Yeni Zelanda’ya kaptırdığımız büyük bir nimet olan tiftik keçisinin hüzünlü öyküsünü anımsamak çok ağır geliyor. Yine de bu dağlarda, bu yaylalarda halen tek tük de olsa tiftik keçisi görmek umut verici. Desteklenirse, arkasında durulursa, işlenmiş ürüne dönüştürülürse hala bu topraklar tiftik keçisinin yurdu olmaya devam edebilir.
‘BEN 52 YILLIK ÇOBANIM, BURADA MADENCİLİK İSTEMİYORUZ’
Çoban Murat Kablan bu yaylada koyun ve sığır yetiştirdiğini anlatıyor. Yaz aylarında hazır yeme pek ihtiyaç duymuyorlar. Bu yıl otlar iyi oldu diyor: “Ben 52 yıldır burada çobanlık yapıyorum. Her yaz yaylaya çıkıp hayvancılık yapıyoruz. Dışarıdan fazla yeme ihtiyaç duymadan hayvancılık yapılabiliyor. Geleneksel hayvancılığı devam etmek istiyoruz. Biz burada madencilik istemiyoruz. Gerekirse koyunlarımı satıp sonuna kadar mücadele edeceğiz.”
‘AYI İLE BİR SAAT GÜREŞTİK’
Köylüler Çoban Murat Kablan’dan ‘Ayıboğan’ olarak söz ediyor. Bunun nedenini sorduğumuzda, 4 yıl önce yaylada bir ayı ile güreştiğini anlatıyor: “2019’da 55 dakika kadar ayı ile güreştik. Mantara gitmiştim, ayı ile karşılaştık. Yavruları varmış orada. Epeyce boğuştuk ayı ile sonra köpekler geldi ve beni kurtardı. Ayı da yavrularını aldı gitti. Sağ ayağımı bitirdi, pençesiyle parçalayıp yaraladı. Hala izi duruyor.”
TOPRAĞIN BEREKETİ, PİŞİRİR YERSİNİZ
Yayla dönüşü Çoban Murat Kaplan’ın uğruna ayı ile güreş tutacak kadar bu bölgede sevilen mantarlardan bir torbasını elimize tutuşturuyorlar, “pişirir yersiniz” diye. Coğrafyanın, toprağın bereketi. Üzerinde yaşadığımız bu güzel toprakların karşılıksız nimeti. Tek yapmamız gereken bu nimetleri zehirlemeden, yok etmeden, gelecekte de var olmasını sağlayabilmek.
BİR AVUÇ TOPRAĞINIZ VARSA BİR AVUÇ ALTINI OLANDAN ZENGİNSİNİZ
Günçalı başta olmak üzere Çamlıbel Ovası’nı çevreleyen köyler yıllardır olduğu gibi kendi topraklarında üretim yapıp bağımsız ve onurlu bir hayat sürmekten yana. Bu tür kırılgan ve hassas alanlara vahşi madenciliğin girmesi, ülkenin kendi ayağına sıkması anlamına geliyor. Yıllar önce büyük kentlere yönelen göç, günümüzde az da olsa tersine dönmeye başlamış. İstanbul gibi büyük metropollerin giderek daha yaşanmaz hale getirilmesi bir yana kentlerde nüfusu mutlu edecek pek bir şey kalmadı. Hele de çocukluğunda, gençliğinde ya da orta yaşında bahçesindeki kiraz ağacıyla, yamaçtaki ahlat ağacıyla, dağındaki otuyla, keçisiyle, koyunuyla, dağıyla suyuyla vedalaşamadan ayrılmak zorunda kalan kuşaklar için gelecek kırsal coğrafyada. Ekilecek toprak, içilecek su, yenilecek ekmek ve solunacak hava kırsal coğrafyada. Madenciliğe yalnızca ekonomik kazanç olarak bakmak da bu manada yanlış. Türkiye’nin giderek kilitlenen ve büyük kaoslara gebe büyük kentlerinde herkese yetecek su ve ekmek yok artık. Artık İstanbul’un taşı toprağı altın değil. Asıl altın temiz hava, temiz su, kirlenmemiş toprak ve sağlıklı gıda. Bunlara sahip değilseniz, altın denizinde yüzseniz de dünyanın en yoksulu sizsiniz. Günçalı halkının dediği gibi, bir avuç toprak bir avuç altından daha kıymetli ve bir avuç toprağınız varsa bir avuç altını olandan daha zenginsiniz…
***
*Maden yasasındaki değişikliğin kısa bir öyküsüyle ülke genelindeki tabloyu özetleyen yazımız için bakınız: https://