Mehmet Reis: Sporla Deşarj Oluyorum

Hukuk fakültesini üçüncü sınıfta terkederek kendi şirketini kuran Reis Gıda’nın patronu Mehmet Reis, ev ile şirket arasında geçen hayatındaki en büyük zenginliğin torunları olduğunu söylüyor. Haftanın iki günü yürüyüş yapan Reis, çocukluğundan bu yana Muhammed Ali hayranı.

Atatürk Ormanı, yaz-kış demeden haftada iki gün saat 07:00’de Reis Gıda’nın Yönetim Kurulu Başkanı Mehmet Reis’i ağırlıyor. Buz gibi hava ve zifiri karanlıkta yürümenin zihnini açtığını söyleyen Reis, tam bir spor tutkunu. Ormana gelmediği günlerde üye olduğu spor salonunda eğitmenler eşliğinde egzersiz ve boks yapıyor. “Spor yapmadığım günler mutsuzum, spor yaparken ise rahatlıyorum” diyor.

Bazılarının “bakliyatçılar kralı” diye nitelendirdiği Mehmet Reis’in Florya’daki yürüyüşüne biz de konuk olduk. Bacağındaki problem nedeniyle doktorunun yürüyüşüne kısıtlama getirdiğini söyleyen Reis Gıda’nın patronu, sadece müzikle değil sporla da ruhunu besleyen tam bir işkolik.

– Esnaflıktan ihracatçılığa uzanan bir hikâyesi var Reis Gıda’nın. Ticaret aileden geçen bir merak mıydı?

Hem evet hem de hayır. İnebolu’da balıkçı bir babanın altı çocuğundan biriyim. Varlıklı olduğumuz söylenemez. Bir gömlekle üç yıl okula gittiğimi bilirim. Kendimi bildim bileli çalışırım. Okulda da çok başarılıydım. Samsun Eğitim Enstitüsü ikinci sınıfta okurken İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ni kazandım. O dönemde pirinç ticareti yapan bir şirketin muhasebe ve satış bölümlerinde çalıştım. Sabah bu şirkete gidiyor, öğle olunca okula devam ediyor, akşamları da taksi şoförlüğü yapıyordum. 19 yaşındayken babamı kaybedince üçüncü sınıfta fakülteyi bırakmak zorunda kaldım. Ticarete ise devam ettim.

– Avukatlık içinizde kalan uktelerden mi?

Evet elbette. “Keşke” dediğim konulardan biri. Yine de bana eşimi verdi hukuk fakültesi. O da aynı okuldaydı, ne rastlantıdır ki o da okulu bırakmak zorunda kaldı. Şimdi bazen ikimiz de “keşke bitirebilseydik” diyoruz.

– İçinizde kalıp da peşine düştüğünüz bir tutkunuz var mı?

İnebolu’da Almanların yaptığı bir sinema vardı. Ben kapısında Tommiks, Zagor gibi çizgi romanlar satıyordum. Makinist filmin ikinci yarısında beni içeri alırdı. İstanbul’a gelip kendi şirketimi kurduktan sonra o sinemayı satın aldım. Makinelerin bulunduğu bölüme girip oturdum. Tadını çıkardıktan sonra da sinemayı sattım. İçimde kalmıştı, bunu yaptım.Bir de çocukluğumda giysi sıkıntısı çok çektim. İlk paramla kendime iki takım elbise almıştım. Uzun yıllar da giydim, atamadım bir türlü. Eskileri atamayanlardanım.

– Tutumlu musunuz?

Çevremdekiler cömert olduğumu söyler ama bence ben müsrif de değilim. Sadece kilo değişimi gibi nedenlerle artık giyemediklerimi atamıyorum. Bir şekilde tamir ettiriyorum. Hâlâ ayakkabılarıma pençe taktırırım. Bence bu yokluk çektiğimiz için kalan bir iz. Evlendikten sonra da 20 yıl işe sefertası taşıdım. Dışarıdan yemek yemeyi sevmem. Ev yemeğini her zaman tercih ederim.

– Hayatınızdaki kırılma noktaları nelerdir?

Pirinç ticareti yapan şirkette 6 yıl çalıştıktan sonra Unkapanı’nda kendi dükkânımı açtım. “Çuvalla pirinç satacağım, köpekbalıklarıyla birlikte yüzeceğim” dedim. 11 Kasım 1981’di, benim için önemli bir tarih. Eşimle evlendim, yine 11 Kasım’da. Bir de 11 Kasım 1994’te aile şirketi olarak firmayı bir basamak yukarı taşıdık. Yani 11 Kasım’lar benim için önemlidir. Bunların dışında iki önemli nokta daha var. Biri 2000’de Kastamonu’da sarımsak fabrikasını kurmam. Tarlalardaki tane sarımsakları topladık, işledik ve sucuk-salam fabrikalarına verdik. Bu da Türkiye’de bir ilkti.

– Bir dönem Türkiye sizi “enflasyon canavarına kafa tutan adam”olarak tanıdık. Bu hikâyeyi anlatır mısınız?

Ben Türkiye’de bakliyat reklamı yapan ilk işadamıyım. 1995’te enflasyon yüzde 120’lere çıktığında “sabit fiyat uygulaması yapıyorum” dedim. Yer yerinden oynadı. Bana “Donkişot” diyenler bile oldu. İnsanlar beni tanımaya başladı. Bu da bir kırılma noktasıdır benim için. Bir gün Almanya’da yaşayan bir arkadaşım üzerinde “reis” yazan pirinç ambalajını getirip, “sen Almanya’ya pirinç mi satıyorsun” dedi. “Reis” Almanca’da pirinç demek. Bu benim için büyük şanstı. Şans zaten ayağıma gelmiş. Çuvaldan ambalajlı üretime geçtik. İhracatta hızlandık. Bugün 22 ülkeye ihracat yapıyoruz.

– Bir işadamı, arkadaş, baba olarak ilkeleriniz nelerdir?

Güvenilir ve itibarlı olmaya çok önem veririm. Mehmet Reis’in bir çizgisi vardır. Yasalara uyar, vergisini öder, sözünü tutar. Şimdi kızlarım şirkette yönetimde. Onlara da hep söylerim, “Para kazanmak mesele değil, mesele namuslu ve dürüst olmaktır”. Ticari prensiplerimi uygulayamadığım gün kepenk kapatırım. Ben işimin hamalıyım. 42 metrekarelik dükkandan 10 bin metrekarelik kapalı alanı olan fabrikaya geldim.

‘Sinirlenince derdimi ormana döküyorum’

– Titiz bir insan olduğunuzu söylüyorsunuz, stresinizi nasıl atıyorsunuz?

Sporla. Elbette krizler yaşanıyor. Örneğin bir satış bağlantısı yapıyorsunuz, bir bakıyorsunuz ki vazgeçmişler. O zaman ormana gidiyorum, yüksek sesle sinirlendiğim kişilere aklımdaki sözlerlerle şarkı besteleyip yüksek sesle söylüyorum. Derdimi ormana döküyorum anlayacağınız. Sonra spor salonuna gelip kum torbasına vuruyorum. İyi geliyor. Deşarj oluyorum.

– Boksa merak nereden geliyor?

Çocukluğumdan itibaren düşkünüm. Muhammed Ali, hayatının her yönüyle idolüm. Bu belki bir öfk enin sona ermesi, bir tür duyguları bastırma, bilemiyorum. Bu merakım nedeniyle Dünya Boks Şampiyonası ve Kick boks Turnuvası’na sponsor olmuştum vaktiyle.

‘Sabahları tarhana çorbası içerim’

– Gıda sektöründe biri olarak beslenmenize dikkat ediyor musunuz?

Evet, beslenme konusunda dikkatliyim. Ev yemeklerine düşkünüm. Şirket olarak da bu konuda projeler yapıyoruz. Sabahları sebze çorbası ya da tarhananın içine yoğurt karıştırarak kahvaltı yaparım. Sadece pazarları keyif kahvaltısı yaparız, onu da ben hazırlarım. İki klasiğim var; soğan,sarımsak ve bol maydanozla veya pırasa ve kereviz yapraklarıyla yaptığım omletler. Herkes çok beğenir.

‘Bizi asıl şişmanlatan pirinç değil hamur işleri’

– Pirinç hakkındaki “sağlıksız” söylemlerine ne diyorsunuz?

Konu yanlış aktarılıyor. Bakın Hindistan, Çin, Japonya gibi ülkelerde kişi başı yıllık tüketim 60 ila 120 kg arasında. Türkiye’de ise 8.5-9 kg civarında. Buna rağmen Türkiye’de obezite ve diyabet oranı bu ülkelerden çok daha yüksek. Çünkü yılda 19 milyon ton buğday tüketiyoruz. Yani bizi şişmanlatan hamur işleri. Bir de dünyanın büyük kısmı pirinci haşlayarak tüketiyor, biz ise kavurarak.

Kaynak: Dünya Gazetesi

Bu Yazıyı Paylaşın